kefeştetayyuş'un Günlüğü
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Emek harcanan her şey güzeldir. Çevrendeki tüm olumsuzluklara rağmen günlüğünü devam ettirmen dileğiyle.
MEISTER
ıMEISTERı
ııMEISTERıı
Akkar Obi--Beyazköşk
ıMEISTERı
ııMEISTERıı
Akkar Obi--Beyazköşk
- CARMENTA
- FareAdam Düşmanı
- Mesajlar: 263
- Kayıt: 17 Ağu 2012 15:39
- Sunucu: Beyaz Köşk
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Dönüşüm
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Sıfırdan açılmış bir karaktere hikaye oluşturup oyun hikayesi ile paralel kurgulanması çok hoşuma gitti. Gözümden kaçan ufak detaylarıyla tarihçedeki tüm olaylara vakıf olabilmek adına keyifle takip edeceğim bir günlük. Açıkçası takdire şayan bir iş çıkartmışsın. Ellerine emeğine sağlık

- sshinobi
- FareAdam Düşmanı
- Mesajlar: 262
- Kayıt: 10 Eyl 2012 09:01
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
İmkanım yoktu okuyamadım kardeş. Ama galiba güzel şeyler yazmışsın.
- BilgeTonyukuk
- Çınaraltı Müdavimi
- Mesajlar: 808
- Kayıt: 22 Kas 2010 21:43
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Ablagre yazdı:Emek harcanan her şey güzeldir. Çevrendeki tüm olumsuzluklara rağmen günlüğünü devam ettirmen dileğiyle.
CARMENTA yazdı:Sıfırdan açılmış bir karaktere hikaye oluşturup oyun hikayesi ile paralel kurgulanması çok hoşuma gitti. Gözümden kaçan ufak detaylarıyla tarihçedeki tüm olaylara vakıf olabilmek adına keyifle takip edeceğim bir günlük. Açıkçası takdire şayan bir iş çıkartmışsın. Ellerine emeğine sağlık![]()
Yorumlarınız için çok teşekkürler. Evet, alışılagelmiş günlüklerden biraz farklı, hem öğretici hem de keyif verici roman tadında bir yazı dizisi olarak kaleme alıyorum. Umarım beğenirsiniz karakterimizin öyküsünü.sshinobi yazdı:İmkanım yoktu okuyamadım kardeş. Ama galiba güzel şeyler yazmışsın.

- BilgeTonyukuk
- Çınaraltı Müdavimi
- Mesajlar: 808
- Kayıt: 22 Kas 2010 21:43
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Tüftüfçü cinlerde uyguladığım taktik gelmişti aklıma, dikkatlerini dağıtmam gerekiyordu. Bu sayede tek tek avlayabilecektim hepsini. Nitekim sokağın köşesinden hepsini yanıma getirerek tek tek avlamayı başardım. Daha önceden Balıkçı İdris’in vermiş olduğu enerji iksirleri işime yaramıştı. Fare Adamların tek atarlarının açtığı yaraları hızlı bir şekilde iyileştirebiliyordum.


Nitekim Kızgın Kum denilen Fare Adam lideri mahlukla baş başa kalmıştım. Romantik bir ortam olsun isterdim ama, maalesef biraz kanlı oldu.

Işık Hanım’a vardığımda oldukça yakışıklı görünüyordum. Bu enerji iksirleri gençleştiriyor beni sanırım. Fahri ağabeye diktirdiğim koç derisi takım efsunsuzdu. Bana efsunlu bir koç derisi ceket verince çok sevinmiştim. Bir çift zarın tahta tavla tablası üzerinde çıkardığı şıkırtı ile anımsadım, aksi ihtiyar kahve sipariş etmişti. Işık’tan müsaade isteyip Hamit Pehlivan’a uğradım. O iri cüssesinden beklemeyen bir nezaket ile beni buyur etti, bir çay içmemi söyledi. Çayı pek sevmezdim ama kıramadım, bari paşa çayı olsun dedim. Güldü, yiğidin hası çayı bol demli tek şekerli içer dedi. Mahcup olmuştum. Kahvenin hazır olduğunu bildirdiğinde kendimi Işık Hanım’a hayran hayran bakarken gördüm. Mahcubiyetim daha bir arttı, çünkü bu bakışlarım Hamit Pehlivan’ın gözünden kaçmamıştı. Allah’tan bir şey demedi. Mısır Çarşısı’na vardığımda hava iyice ayaza kesmişti. Necmi’ye kahveyi teslim etmiştim, mükafat olarak bazı hasarları muhteviyatında bulunduran çeşitli iksirler vermişti bana, işime yarar düşüncesiyle çantama koyarak teşekkür ettim.
Ardından Agah Efendi’ye uğradım. Epeydir ziyaret etmiyordum, görevler konusunda bana ihtiyacı olabilirdi. Ki nitekim düşüncemde yanılmadım. Tüftüfçü cinleri öldürerek yarattığım kargaşadan faydalanan Teşkilat ajanları Antrepo içerisine kadar sızmış, fakat pek bir delil ele geçirememişti. Agah Efendi benim gücümü test etme amacıyla oraya girerek bekçi cinlere bir baskın düzenlememi istiyordu. Antrepo tehlikelerle dolu bir yerdi ve daha önce hiç girmemiştim. Kızgın Kum gibi zorlu bir yaratık ile mücadeleden üstün başarıyla çıktığımı düşünerek, kabul ettim bu vazifeyi.
Eve uğrayıp babamdan miras kalan silah gibi muhteviyat eşyaları bankacıdaki kasama emanet etmek üzere toparladım, nitekim artık dostum da düşmanım da çoktu, başına bir zarar gelmesini istemezdim bu kıymetli kütük yaranların, zırhların, kafa koparanların. Ah babam, en çok elde etmeyi istediği silah bir Ecel Getiren idi. Kısmet olmamıştı, toplanması zor malzemeler istiyordu Demirci Rüstem üretmek için.
Evin oraya kadar gelmişken, Savaş’a verdiğim sözü hatırladım. Lodos Muhafızlarından birisine durumu uygun bir dille anlatıp bilgi istedim. Hoyratça bir kahkaha savurdu muhafız, alımlara daha çok olduğunu, bunu da Savaş’a defalarca dile getirdiğini söyledi.

Teşekkür ederek sahil kenarından yürümeye başladım. Şarapçı yine bir musiki mırıldanıyordu. Bilmem nihavent mi, muhayyer kürdi makamından mı. Usulca selam verip yanından geçerken birden beni kolumdan çekerek durdurdu. O sarhoş bünyesine rağmen sıkıca kolumu kavraması, uyguladığı güç beni şaşırtmıştı. Kalecik karasını soruyordu bana, nereden bileyim ki ben Kalecik karası şarabını, ömrümde ağzıma alkol mü koymuşum ki? Her neyse, bahsettiği şaraptan Antrepo’da bolca olduğunu, bulursam birkaç şişe getirmemi rica etti. “Olur” manasında başımı sallayarak Antrepo yolunu tuttum.
İlginç bir mekândı burası. Üst üste istiflenmiş devasa kutular arasındaki yollar, tıpkı bir labirenti andırıyordu. Sessizce içeri girip karşıma çıkan bekçi cinleri tek tek avladım. İlginçtir ki öldürdüğüm cinlerin üzerinden kazma tipinde aletler çıkıyordu.

Agâh Efendi’ye girişi bekçi cinlerden temizlediğimi ve her birinin üzerinde kazmaya benzer aletler bulduğumu haber vermek üzere mekândan ayrıldım. Çıkmadan önce kutuların arasında birkaç şişe şarap da buldum, belki şarapçının istedikleri bunlardır diye çantama koydum. Agâh Efendi kazmaları görünce şaşırdı, incelemek üzere aldı benden. Bu arada Antrepo içerisindeki ajanların fark edildiğini, avcı cinlerin peşlerine düştüğünü, onlara yardım etmemi istedi. Vaktim kısıtlıydı, aklıma bir fikir gelmişti. Koşarak Demirci Rüstem’e gittim ve sağlam bir zırh satın aldım, nitekim bu zırh onların ölümcül silahlarından korunmama yardımcı olacaktı. Şarapçıyı da şaraplarını teslim etmeyi ihmal etmedim tabi.
İvedilikle Antrepo’ya geçtim, karşıma çıkan bekçi cinler ile beraber avcı cinleri de katletmeye başladım. Bu zırh gerçekten çok işime yaramıştı. Nikel olması sağlamlığını artırıyordu.

Agâh Efendi’ye vardığımda yorulmuştum, dakikalarca yatağan sallamak kolay bir iş değildi. Beni tebrik ederek, ajanların kaçmayı başardığını söyledi. Bir de efsunlu bir ayakkabı verdi. Teşekkür ederek dolaşmaya başladım.
Dolaşırken de boş durmuyordum, eski alışkanlığım olan maden toplama işime devam ediyordum. Nitekim artık tehlikeli bölgelere kolaylıkla girip çıkabiliyor, altın, gümüş gibi değerli madenlere daha kolay ulaşıyordum.

Dolaşa dolaşa Komutan’a kadar geldiğimi fark ettim. Komutan sert bir şekilde başıyla işaret ederek yanına gelmemi emretti. Nizami adımlarla ona doğru ilerledim. Yanına vardığımda hazır ol vaziyete geçtiğimi fark ettim. Bunu kasıtlı yapmamıştım ama Komutan’ın hoşuna gitmiş olsa gerek, bir rahat! emri verdikten sonra sevkiyat yollarını baltalayan kırmızı örümceklerin derhal kökünü kazımamı emretti. Hemen arkamı dönerek kırmızı örümceklere doğru yola koyuldum. Örümceklere giderken Savaş’a da uğrayarak Lodos Muhafızının cevabını ilettim. Teşekkür ederek bir takım materyalleri içinde barından bir çuval verdi. Belki ileride işime yarar düşüncesi ile çantama koydum.
Örümceklere gelmiştim. Öldürmesi basit mahlûklardı, çok zorlanmadım açıkçası.Üzerlerine atlayınca neye uğradıklarını şaşırıyorlardı.

Ödülüm güzel bir eldiven olmuştu. Sevinmiştim, çünkü bilek hareketleri önemliydi savaşırken. İyi bir eldiven, kıvrak hamleler uygulamak demekti. Tekrar Agâh Efendi’ye döndüm. Camii’nin avlusuna girmeden önce, hem bankacıya emanet edilecek eşyalarımı verdim, hem de Halime Teyze’ye uğrayarak Savaş’ın akıbeti hakkında malumat verdim.
Araştırmalarını nihayet bitiren Agâh Efendi, içeride bir grup cin ile anlaştığını söyleyerek, gidip onlardan bilgi alarak hadiseyi neticeye kavuşturmamı istedi. Sessizce içeri süzüldüm yine, bahsedilen cin grubu karmaşık bir Türkçe ile hadiseyi anlattı. Meğerse olay sandığımız gibi bir büyü hazırlığı değil, alenen Eminönü’ne kazılan bir tünel hazırlığı imiş. Bu işi de cinlerin öncüsü Azul denen bir habis mahlûk yaptırıyormuş. Koşarak Agâh Efendi’ye durumu anlattım, bir grup asker gönderip Azul’u haklamasını beklerken, tek başıma benim icabına bakmamı söyleyince şaşırdım. Ufak çaplı bir baskına benzemeyecekti bu. Hazırlığımı iyi yapmalıydım, Aktar Şevket’e giderek hasar artırıcı, iyileştirme sağlayan iksirler satın aldım. Demirci Rüstem’e uğrayarak elimdeki paranın büyük bir kısmı karşılığında efsunlu bir pala satın aldım. Eşyalarımı da bir örsten geçirip, Antrepo’ya girdim.

Azul denilen mahlûk mekânın sonundaydı, yanına varana kadar kanlı bir mücadele verdim. Hedefim ile baş başa kaldığımda, nefes alıp verişlerimi kontrol edemediğimi fark ettim. Yaşadığım korkuyu tarif etmek için kelimeler kifayetsiz kalıyordu…


Nitekim Kızgın Kum denilen Fare Adam lideri mahlukla baş başa kalmıştım. Romantik bir ortam olsun isterdim ama, maalesef biraz kanlı oldu.

Işık Hanım’a vardığımda oldukça yakışıklı görünüyordum. Bu enerji iksirleri gençleştiriyor beni sanırım. Fahri ağabeye diktirdiğim koç derisi takım efsunsuzdu. Bana efsunlu bir koç derisi ceket verince çok sevinmiştim. Bir çift zarın tahta tavla tablası üzerinde çıkardığı şıkırtı ile anımsadım, aksi ihtiyar kahve sipariş etmişti. Işık’tan müsaade isteyip Hamit Pehlivan’a uğradım. O iri cüssesinden beklemeyen bir nezaket ile beni buyur etti, bir çay içmemi söyledi. Çayı pek sevmezdim ama kıramadım, bari paşa çayı olsun dedim. Güldü, yiğidin hası çayı bol demli tek şekerli içer dedi. Mahcup olmuştum. Kahvenin hazır olduğunu bildirdiğinde kendimi Işık Hanım’a hayran hayran bakarken gördüm. Mahcubiyetim daha bir arttı, çünkü bu bakışlarım Hamit Pehlivan’ın gözünden kaçmamıştı. Allah’tan bir şey demedi. Mısır Çarşısı’na vardığımda hava iyice ayaza kesmişti. Necmi’ye kahveyi teslim etmiştim, mükafat olarak bazı hasarları muhteviyatında bulunduran çeşitli iksirler vermişti bana, işime yarar düşüncesiyle çantama koyarak teşekkür ettim.
Ardından Agah Efendi’ye uğradım. Epeydir ziyaret etmiyordum, görevler konusunda bana ihtiyacı olabilirdi. Ki nitekim düşüncemde yanılmadım. Tüftüfçü cinleri öldürerek yarattığım kargaşadan faydalanan Teşkilat ajanları Antrepo içerisine kadar sızmış, fakat pek bir delil ele geçirememişti. Agah Efendi benim gücümü test etme amacıyla oraya girerek bekçi cinlere bir baskın düzenlememi istiyordu. Antrepo tehlikelerle dolu bir yerdi ve daha önce hiç girmemiştim. Kızgın Kum gibi zorlu bir yaratık ile mücadeleden üstün başarıyla çıktığımı düşünerek, kabul ettim bu vazifeyi.
Eve uğrayıp babamdan miras kalan silah gibi muhteviyat eşyaları bankacıdaki kasama emanet etmek üzere toparladım, nitekim artık dostum da düşmanım da çoktu, başına bir zarar gelmesini istemezdim bu kıymetli kütük yaranların, zırhların, kafa koparanların. Ah babam, en çok elde etmeyi istediği silah bir Ecel Getiren idi. Kısmet olmamıştı, toplanması zor malzemeler istiyordu Demirci Rüstem üretmek için.
Evin oraya kadar gelmişken, Savaş’a verdiğim sözü hatırladım. Lodos Muhafızlarından birisine durumu uygun bir dille anlatıp bilgi istedim. Hoyratça bir kahkaha savurdu muhafız, alımlara daha çok olduğunu, bunu da Savaş’a defalarca dile getirdiğini söyledi.

Teşekkür ederek sahil kenarından yürümeye başladım. Şarapçı yine bir musiki mırıldanıyordu. Bilmem nihavent mi, muhayyer kürdi makamından mı. Usulca selam verip yanından geçerken birden beni kolumdan çekerek durdurdu. O sarhoş bünyesine rağmen sıkıca kolumu kavraması, uyguladığı güç beni şaşırtmıştı. Kalecik karasını soruyordu bana, nereden bileyim ki ben Kalecik karası şarabını, ömrümde ağzıma alkol mü koymuşum ki? Her neyse, bahsettiği şaraptan Antrepo’da bolca olduğunu, bulursam birkaç şişe getirmemi rica etti. “Olur” manasında başımı sallayarak Antrepo yolunu tuttum.
İlginç bir mekândı burası. Üst üste istiflenmiş devasa kutular arasındaki yollar, tıpkı bir labirenti andırıyordu. Sessizce içeri girip karşıma çıkan bekçi cinleri tek tek avladım. İlginçtir ki öldürdüğüm cinlerin üzerinden kazma tipinde aletler çıkıyordu.

Agâh Efendi’ye girişi bekçi cinlerden temizlediğimi ve her birinin üzerinde kazmaya benzer aletler bulduğumu haber vermek üzere mekândan ayrıldım. Çıkmadan önce kutuların arasında birkaç şişe şarap da buldum, belki şarapçının istedikleri bunlardır diye çantama koydum. Agâh Efendi kazmaları görünce şaşırdı, incelemek üzere aldı benden. Bu arada Antrepo içerisindeki ajanların fark edildiğini, avcı cinlerin peşlerine düştüğünü, onlara yardım etmemi istedi. Vaktim kısıtlıydı, aklıma bir fikir gelmişti. Koşarak Demirci Rüstem’e gittim ve sağlam bir zırh satın aldım, nitekim bu zırh onların ölümcül silahlarından korunmama yardımcı olacaktı. Şarapçıyı da şaraplarını teslim etmeyi ihmal etmedim tabi.
İvedilikle Antrepo’ya geçtim, karşıma çıkan bekçi cinler ile beraber avcı cinleri de katletmeye başladım. Bu zırh gerçekten çok işime yaramıştı. Nikel olması sağlamlığını artırıyordu.

Agâh Efendi’ye vardığımda yorulmuştum, dakikalarca yatağan sallamak kolay bir iş değildi. Beni tebrik ederek, ajanların kaçmayı başardığını söyledi. Bir de efsunlu bir ayakkabı verdi. Teşekkür ederek dolaşmaya başladım.
Dolaşırken de boş durmuyordum, eski alışkanlığım olan maden toplama işime devam ediyordum. Nitekim artık tehlikeli bölgelere kolaylıkla girip çıkabiliyor, altın, gümüş gibi değerli madenlere daha kolay ulaşıyordum.

Dolaşa dolaşa Komutan’a kadar geldiğimi fark ettim. Komutan sert bir şekilde başıyla işaret ederek yanına gelmemi emretti. Nizami adımlarla ona doğru ilerledim. Yanına vardığımda hazır ol vaziyete geçtiğimi fark ettim. Bunu kasıtlı yapmamıştım ama Komutan’ın hoşuna gitmiş olsa gerek, bir rahat! emri verdikten sonra sevkiyat yollarını baltalayan kırmızı örümceklerin derhal kökünü kazımamı emretti. Hemen arkamı dönerek kırmızı örümceklere doğru yola koyuldum. Örümceklere giderken Savaş’a da uğrayarak Lodos Muhafızının cevabını ilettim. Teşekkür ederek bir takım materyalleri içinde barından bir çuval verdi. Belki ileride işime yarar düşüncesi ile çantama koydum.
Örümceklere gelmiştim. Öldürmesi basit mahlûklardı, çok zorlanmadım açıkçası.Üzerlerine atlayınca neye uğradıklarını şaşırıyorlardı.

Ödülüm güzel bir eldiven olmuştu. Sevinmiştim, çünkü bilek hareketleri önemliydi savaşırken. İyi bir eldiven, kıvrak hamleler uygulamak demekti. Tekrar Agâh Efendi’ye döndüm. Camii’nin avlusuna girmeden önce, hem bankacıya emanet edilecek eşyalarımı verdim, hem de Halime Teyze’ye uğrayarak Savaş’ın akıbeti hakkında malumat verdim.
Araştırmalarını nihayet bitiren Agâh Efendi, içeride bir grup cin ile anlaştığını söyleyerek, gidip onlardan bilgi alarak hadiseyi neticeye kavuşturmamı istedi. Sessizce içeri süzüldüm yine, bahsedilen cin grubu karmaşık bir Türkçe ile hadiseyi anlattı. Meğerse olay sandığımız gibi bir büyü hazırlığı değil, alenen Eminönü’ne kazılan bir tünel hazırlığı imiş. Bu işi de cinlerin öncüsü Azul denen bir habis mahlûk yaptırıyormuş. Koşarak Agâh Efendi’ye durumu anlattım, bir grup asker gönderip Azul’u haklamasını beklerken, tek başıma benim icabına bakmamı söyleyince şaşırdım. Ufak çaplı bir baskına benzemeyecekti bu. Hazırlığımı iyi yapmalıydım, Aktar Şevket’e giderek hasar artırıcı, iyileştirme sağlayan iksirler satın aldım. Demirci Rüstem’e uğrayarak elimdeki paranın büyük bir kısmı karşılığında efsunlu bir pala satın aldım. Eşyalarımı da bir örsten geçirip, Antrepo’ya girdim.

Azul denilen mahlûk mekânın sonundaydı, yanına varana kadar kanlı bir mücadele verdim. Hedefim ile baş başa kaldığımda, nefes alıp verişlerimi kontrol edemediğimi fark ettim. Yaşadığım korkuyu tarif etmek için kelimeler kifayetsiz kalıyordu…

- BilgeTonyukuk
- Çınaraltı Müdavimi
- Mesajlar: 808
- Kayıt: 22 Kas 2010 21:43
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Aldığım hasar artırıcı iksirlerden bir tanesini göz açıp kapayınca kadar mideye indirdim. Buraya gelene kadar doğradığım cinlerin pis kanı damlıyordu hala palamın ucundan. Ters yüzünü sol koluma şöyle bir sildim ve korkunç bir savaş narası atarak rakibimin üzerine atıldım. Elindeki irice kemiği hem saldırma amaçlı, hem de silahımı çelerek savunma amaçlı kullanıyordu. Şüphesiz ilk öldürdüğü kişi ben değildim ve bu işte usta olduğu her halinden belliydi.
Vücudunda büyükçe kesikler açmama rağmen bir türlü yere serememiştim, derisi oldukça sertti.

Tam öldürücü bir hamle yapacakken en savunmasız anımda gelen bir darbe ile sol kolumu tamamen hissetmediğimi fark ettim. Yere yuvarlanmıştım, bir çırpıda elimdeki palayı kenara bırakarak çantamdan olabildiğince hızlı bir şekilde bir şifa iksiri çıkarmıştım, mucizevi bir etkisi olan bu iksirler bedeni çok hızlı iyileştiriyordu. Acı çektiğimi sanan mahlûk hızlı adımlarla üzerime doğru yürüdü ve iğrenç nefesini üzerimde hissedebileceğim kadar yaklaştı, en beklemediği anda müthiş bir çeviklik ile palayı yerden kaptım ve karnını ikiye yararak bağırsaklarını dışarı döktüm. Boş bir çuval gibi yere serilmişti mahlûkun cansız bedeni.
Ve işte, Eminönü bölgesi cinlerinin büyük öncüsü Azul, ayaklarımın dibinde boylu boyunca yatıyordu.

Takviye cin kuvvetlerinin geldiğini ayak seslerinden anlamıştım. Alelacele toparlanarak mümkün olabildiğince gizli bir şekilde çıkış kapısına yöneldim. Kendimi dışarıya attığımda gözümün önünün karardığını ve Yeni Camii avlusuna kadar gidebildiğimi hatırlıyorum sadece. Gerisi kocaman bir karanlıktan ibaret…
Gözümü açtığımda evdeydim, ortada ne annem vardı ne de birileri. Ne zamandır yatıyordum, nasıl buraya gelmiştim, hiçbir şey hatırlamıyordum. Yerimden doğrulduğumda tarifsiz bir acı hissettim ensemde. Ağır adımlarla dışarı çıkmak için kapıya yöneldim ve kapının önünde bir şifacı olduğunu gördüm. İsmi Yahya imiş, içeri geçtik. Bana o güne kadar hiç içmediğim tuhaf ama lezzetli bir çay yaptı. Bir yandan da anlatıyordu, meğerse o habis yaratık ile mücadelemden sonra Camii’nin merdivenlerinde yığılıp kalmışım. Ölmeden önce sert bir darbe vurmuş enseme, fark edememiştim o kargaşada. Yahya Bey babamın loncasına mensuptu, Agâh Efendi hemen bir nefer salarak durumu bildirmiş, yardım istemiş. Lonca başkanı Kürşad ağabey de en kudretli şifacısı olan Yahya Bey’i ivedilikle göndermiş. 4 gündür şuursuzca yattığımı, Azrail’in beni teğet geçtiğini şaka yollu söylüyordu Yahya Bey. Kendisine teşekkürlerimi sundum. Giyinmeme yardım etti, çok şık bir yılan derisi takım diktirmişti bana. Koluma girerek önce Agâh Efendi’ye uğramamız gerektiğini, ardından bana bir sürprizi olduğunu söyledi. Agâh Efendi dostça elimi sıktı, beni tebrik ettikten sonra ceviz ağacından yapılmış özel bir kutu uzattı, “Bunu hak ettin” diyerek gülümsedi. Açtığımda muhteşem bir balta ile karşılaştım, adeta sonbaharın aldatıcı güneşi altında parıltısı ile gözlerimi kamaştırıyordu. Biraz dinlenmemi salık vererek, Yahya Bey’e bir takım işaretler yaparak gülümsedi. Ardından Yahya Bey ile sohbet ederek yürümeye başladık, Komutan tarafına geldiğimizi fark edince burada ne işimiz olduğunu sordum. “Soru sorma” diyerek göz kırptı. Komutan’ın daha da yukarısına çıktık, inanılır gibi değildi, burası Arz’ın Çocukları klan sancağıydı. Hiç bu taraflara gelmeye cesaret edememiştim. Muhafızlardan birisine bir takım evrakları teslim ettikten sonra, “Haydi, klan kaydını tamamlamak için kişisel bilgilerini ver bakalım” dedi ve gülümsedi Yahya Bey. Meğer Kürşad ağabey bu üstün başarımı işitince yeterli tecrübeyi edindiğimi ve derhal loncaya alınmam gerektiğini söylemiş. Elbette loncanın klanı Arz’ın Çocukları olduğu için önce klan kaydımı yaptırmalıydım.
Heyecan ile istenilen bilgileri tek tek verdim ve kaydımı tamamlayıp omuzuma “Er” apoletini gurur ile taktım. Akabinde bana verilen lonca lisansını isteyen Yahya Bey, oracıkta kaydımı tamamladı ve loncaya katılışımı da gerçekleştirdi.

Hala inanamıyordum, Yahya Bey icabına bakılması gereken bir Tepegöz güruhu olduğunu söyleyerek usulca müsaade istedi. Lonca içerisinde kullanılmak üzere ayrı bir yazışma kanalı kurduklarını, herhangi bir sorun veyahut istediğim olduğunda o kanalı kullanarak seslenmemi tembihledi. Kendisine teşekkür ettim ve sanki kırk yıldır dostmuşçasına el sıkışarak ayrıldık. Kanalı kullanarak usulca selam verdim, kendimi tanıttım. Onlarca kişiden cevap gelmişti. Hepsine teşekkür ederek ev işimi halletmeye koyuldum. Zira Teşkilat annemin artık orada güvende olmadığını söyleyerek onu Karaköy tarafındaki teyzemin yanına yerleştirmişti. Lodos klanının kalesine yakın olması münasebetiyle benim için de artık güvenli sayılmazdı. Umut bacaksızına komşu sayılabilecek kadar yakın bir yerde uygun bir ev bulmuş ve taşınma işlerimi hallettirmiştim.
İyice dinlendiğime kanaat getirince Agâh Efendi’ye uğrayarak bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. Jandarma Ali ve Mısır Çarşısı esnaflarına uğramamı söylemişti Agâh Efendi. Ali’ye vardığımda engereklerin ciddi bir tehdit oluşturduğunu söyledi. Halledeceğimi söyleyerek çarşıya girdim. Yaptığım gurur verici katliamdan sonra sanki herkes daha bir saygı duymaya başlamıştı bana. Hoşuma gitmişti bu. Tek tek hal hatır sorduktan sonra sıra aksi ihtiyara gelmişti. Yine memnuniyetsiz tavrı ile konuşmaya başlamıştı. Jeneratör verilerine göre elektrik kullanımında bir düzensizlik olduğunu, bunu derhal araştırmam gerektiğini söyledi. Geçen sene Işık Hanım’ın büyük bir elektrik vurgunu yaptığını belirten Necmi, işe onu sorgulayarak başlayabileceğimi söyledi. Hızlı adımlarla Işık’a doğru gittim. Yolda gördüğüm klandaşlar ile selamlaşıyordum.
Işık’a vardığımda benimle alaycı bir tonda konuşmuştu, bu gururumu biraz kırsa da, pek renk vermedim. Olanı biteni anlattı bir çırpıda.

Işık Hanım Teşkilat’ın güvenli bölgeleri dışında elektrik kullanıldığına dair duyumlar aldığını söyledi ve bunun da kaynağının Şarapçı olduğunu cümlesine ekledi. Şarapçıya gitmek gerektiğini anladım, sahil tarafına inerek deniz kokusunu içime çeke çeke usulca ilerledim. Şarapçı her zamanki çakırkeyif tavrıyla mırıldanıyordu. Selam verip durumu anlattım. Kenan namında bir zat ve onun çılgınlarından, gece karası sembolleri olan bir tür uygarlıktan bahsetti. Anlattıklarını pek anlamasam da, bilgi bilgidir diyerek Necmi’nin yolunu tuttum. Necmi Işık’ın benimle dalga geçtiğini, o ayyaşla konuşmamın da başlı başına hata olduğunu söyleyerek beni azarladı. Bir şey demeden çarşıdan çıktım ve engereklerin bulunduğu tarafa yöneldim.
Üzerimdeki eşyaların verdiği efsunlar ile kudretim daha bir artıyor, yılanları resmen parçalara ayırıyordum.

Ali’ye gidip sayıyı azalttığımı, tehlikenin ciddi boyutta olmadığını bildirdim. Kobra türündeki yılanlar ile de ilgilenmemi isteyen Ali’yi kırmadım. Tekrar yılanların mesken tuttuğu sokağa giderek gördüğüm tüm kobraları temizledim. Ödülüm güzel olmuştu, verilen bu bir çift ayakkabı işime yarayacaktı şüphesiz. Tam o esnada bir çocuk yanıma yaklaşarak bana bir telgraf olduğunu söyledi ve bir kâğıt uzattı elime. Kâğıdı alıp okuduğumda şaşırıp kalmıştım. Işık Hanım’ın Arzuhalci namında birisi için çalıştığını cümle alem biliyordu. Birçok gizemi bünyesinde barındıran bu adam, şimdi benimle tanışmak istediğini söylüyordu.

Hayretimi Ali’den gizlemeye çalışarak müsaade istedim, ve usulca Çınaraltı’nın yolunu tuttum…
Vücudunda büyükçe kesikler açmama rağmen bir türlü yere serememiştim, derisi oldukça sertti.

Tam öldürücü bir hamle yapacakken en savunmasız anımda gelen bir darbe ile sol kolumu tamamen hissetmediğimi fark ettim. Yere yuvarlanmıştım, bir çırpıda elimdeki palayı kenara bırakarak çantamdan olabildiğince hızlı bir şekilde bir şifa iksiri çıkarmıştım, mucizevi bir etkisi olan bu iksirler bedeni çok hızlı iyileştiriyordu. Acı çektiğimi sanan mahlûk hızlı adımlarla üzerime doğru yürüdü ve iğrenç nefesini üzerimde hissedebileceğim kadar yaklaştı, en beklemediği anda müthiş bir çeviklik ile palayı yerden kaptım ve karnını ikiye yararak bağırsaklarını dışarı döktüm. Boş bir çuval gibi yere serilmişti mahlûkun cansız bedeni.
Ve işte, Eminönü bölgesi cinlerinin büyük öncüsü Azul, ayaklarımın dibinde boylu boyunca yatıyordu.

Takviye cin kuvvetlerinin geldiğini ayak seslerinden anlamıştım. Alelacele toparlanarak mümkün olabildiğince gizli bir şekilde çıkış kapısına yöneldim. Kendimi dışarıya attığımda gözümün önünün karardığını ve Yeni Camii avlusuna kadar gidebildiğimi hatırlıyorum sadece. Gerisi kocaman bir karanlıktan ibaret…
Gözümü açtığımda evdeydim, ortada ne annem vardı ne de birileri. Ne zamandır yatıyordum, nasıl buraya gelmiştim, hiçbir şey hatırlamıyordum. Yerimden doğrulduğumda tarifsiz bir acı hissettim ensemde. Ağır adımlarla dışarı çıkmak için kapıya yöneldim ve kapının önünde bir şifacı olduğunu gördüm. İsmi Yahya imiş, içeri geçtik. Bana o güne kadar hiç içmediğim tuhaf ama lezzetli bir çay yaptı. Bir yandan da anlatıyordu, meğerse o habis yaratık ile mücadelemden sonra Camii’nin merdivenlerinde yığılıp kalmışım. Ölmeden önce sert bir darbe vurmuş enseme, fark edememiştim o kargaşada. Yahya Bey babamın loncasına mensuptu, Agâh Efendi hemen bir nefer salarak durumu bildirmiş, yardım istemiş. Lonca başkanı Kürşad ağabey de en kudretli şifacısı olan Yahya Bey’i ivedilikle göndermiş. 4 gündür şuursuzca yattığımı, Azrail’in beni teğet geçtiğini şaka yollu söylüyordu Yahya Bey. Kendisine teşekkürlerimi sundum. Giyinmeme yardım etti, çok şık bir yılan derisi takım diktirmişti bana. Koluma girerek önce Agâh Efendi’ye uğramamız gerektiğini, ardından bana bir sürprizi olduğunu söyledi. Agâh Efendi dostça elimi sıktı, beni tebrik ettikten sonra ceviz ağacından yapılmış özel bir kutu uzattı, “Bunu hak ettin” diyerek gülümsedi. Açtığımda muhteşem bir balta ile karşılaştım, adeta sonbaharın aldatıcı güneşi altında parıltısı ile gözlerimi kamaştırıyordu. Biraz dinlenmemi salık vererek, Yahya Bey’e bir takım işaretler yaparak gülümsedi. Ardından Yahya Bey ile sohbet ederek yürümeye başladık, Komutan tarafına geldiğimizi fark edince burada ne işimiz olduğunu sordum. “Soru sorma” diyerek göz kırptı. Komutan’ın daha da yukarısına çıktık, inanılır gibi değildi, burası Arz’ın Çocukları klan sancağıydı. Hiç bu taraflara gelmeye cesaret edememiştim. Muhafızlardan birisine bir takım evrakları teslim ettikten sonra, “Haydi, klan kaydını tamamlamak için kişisel bilgilerini ver bakalım” dedi ve gülümsedi Yahya Bey. Meğer Kürşad ağabey bu üstün başarımı işitince yeterli tecrübeyi edindiğimi ve derhal loncaya alınmam gerektiğini söylemiş. Elbette loncanın klanı Arz’ın Çocukları olduğu için önce klan kaydımı yaptırmalıydım.
Heyecan ile istenilen bilgileri tek tek verdim ve kaydımı tamamlayıp omuzuma “Er” apoletini gurur ile taktım. Akabinde bana verilen lonca lisansını isteyen Yahya Bey, oracıkta kaydımı tamamladı ve loncaya katılışımı da gerçekleştirdi.

Hala inanamıyordum, Yahya Bey icabına bakılması gereken bir Tepegöz güruhu olduğunu söyleyerek usulca müsaade istedi. Lonca içerisinde kullanılmak üzere ayrı bir yazışma kanalı kurduklarını, herhangi bir sorun veyahut istediğim olduğunda o kanalı kullanarak seslenmemi tembihledi. Kendisine teşekkür ettim ve sanki kırk yıldır dostmuşçasına el sıkışarak ayrıldık. Kanalı kullanarak usulca selam verdim, kendimi tanıttım. Onlarca kişiden cevap gelmişti. Hepsine teşekkür ederek ev işimi halletmeye koyuldum. Zira Teşkilat annemin artık orada güvende olmadığını söyleyerek onu Karaköy tarafındaki teyzemin yanına yerleştirmişti. Lodos klanının kalesine yakın olması münasebetiyle benim için de artık güvenli sayılmazdı. Umut bacaksızına komşu sayılabilecek kadar yakın bir yerde uygun bir ev bulmuş ve taşınma işlerimi hallettirmiştim.
İyice dinlendiğime kanaat getirince Agâh Efendi’ye uğrayarak bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. Jandarma Ali ve Mısır Çarşısı esnaflarına uğramamı söylemişti Agâh Efendi. Ali’ye vardığımda engereklerin ciddi bir tehdit oluşturduğunu söyledi. Halledeceğimi söyleyerek çarşıya girdim. Yaptığım gurur verici katliamdan sonra sanki herkes daha bir saygı duymaya başlamıştı bana. Hoşuma gitmişti bu. Tek tek hal hatır sorduktan sonra sıra aksi ihtiyara gelmişti. Yine memnuniyetsiz tavrı ile konuşmaya başlamıştı. Jeneratör verilerine göre elektrik kullanımında bir düzensizlik olduğunu, bunu derhal araştırmam gerektiğini söyledi. Geçen sene Işık Hanım’ın büyük bir elektrik vurgunu yaptığını belirten Necmi, işe onu sorgulayarak başlayabileceğimi söyledi. Hızlı adımlarla Işık’a doğru gittim. Yolda gördüğüm klandaşlar ile selamlaşıyordum.
Işık’a vardığımda benimle alaycı bir tonda konuşmuştu, bu gururumu biraz kırsa da, pek renk vermedim. Olanı biteni anlattı bir çırpıda.

Işık Hanım Teşkilat’ın güvenli bölgeleri dışında elektrik kullanıldığına dair duyumlar aldığını söyledi ve bunun da kaynağının Şarapçı olduğunu cümlesine ekledi. Şarapçıya gitmek gerektiğini anladım, sahil tarafına inerek deniz kokusunu içime çeke çeke usulca ilerledim. Şarapçı her zamanki çakırkeyif tavrıyla mırıldanıyordu. Selam verip durumu anlattım. Kenan namında bir zat ve onun çılgınlarından, gece karası sembolleri olan bir tür uygarlıktan bahsetti. Anlattıklarını pek anlamasam da, bilgi bilgidir diyerek Necmi’nin yolunu tuttum. Necmi Işık’ın benimle dalga geçtiğini, o ayyaşla konuşmamın da başlı başına hata olduğunu söyleyerek beni azarladı. Bir şey demeden çarşıdan çıktım ve engereklerin bulunduğu tarafa yöneldim.
Üzerimdeki eşyaların verdiği efsunlar ile kudretim daha bir artıyor, yılanları resmen parçalara ayırıyordum.

Ali’ye gidip sayıyı azalttığımı, tehlikenin ciddi boyutta olmadığını bildirdim. Kobra türündeki yılanlar ile de ilgilenmemi isteyen Ali’yi kırmadım. Tekrar yılanların mesken tuttuğu sokağa giderek gördüğüm tüm kobraları temizledim. Ödülüm güzel olmuştu, verilen bu bir çift ayakkabı işime yarayacaktı şüphesiz. Tam o esnada bir çocuk yanıma yaklaşarak bana bir telgraf olduğunu söyledi ve bir kâğıt uzattı elime. Kâğıdı alıp okuduğumda şaşırıp kalmıştım. Işık Hanım’ın Arzuhalci namında birisi için çalıştığını cümle alem biliyordu. Birçok gizemi bünyesinde barındıran bu adam, şimdi benimle tanışmak istediğini söylüyordu.

Hayretimi Ali’den gizlemeye çalışarak müsaade istedim, ve usulca Çınaraltı’nın yolunu tuttum…

- BasaraNNKaraaLi
- Salgın Koruyucusu
- Mesajlar: 24
- Kayıt: 09 Oca 2013 12:48
- Sunucu: Kuklacı
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Reyyan
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Okuması çok keyifli bir günlük olmuş. Eline sağlık. Takipteyim
- BilgeTonyukuk
- Çınaraltı Müdavimi
- Mesajlar: 808
- Kayıt: 22 Kas 2010 21:43
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
Kıymetli yorumunuz için çok teşekkürler.BasaraNNKaraaLi yazdı:Okuması çok keyifli bir günlük olmuş. Eline sağlık. Takipteyim![]()
Sağlık sorunlarım ve bayram telaşesi sebebiyle bir mühlet kalemi rafa kaldırmıştık, kaldığımız yerden devam edelim.

- BilgeTonyukuk
- Çınaraltı Müdavimi
- Mesajlar: 808
- Kayıt: 22 Kas 2010 21:43
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
Re: kefeştetayyuş'un Günlüğü
İstanbul’un Beyoğlu semtinden gelmiş olan, 40 yaşlarına yakın ve kâh kişiliği, kâh yanındaki Hatun isimli bayan ile dikkat çekmeyi başaran bir adamdı Arzuhalci. Tuhaftı, lüks bir yaşam sürmesi gözden kaçmıyordu. Şampanya gibi elit kesimin kullandığı içkilerden bolca tüketir, hemen hemen her konuda bir bilgiye sahip olduğu söylenirdi. Kendi elektriğini kendisi üretir, birçok araştırmaları güvendiği ağzı sıkı adamlarına yaptırır, kısacası kimseye eyvallahı olmazdı. Uzunca bir tanışma faslının ardından akıllı insanlarla sohbet etmeyi sevdiğini söyleyerek, yaptığı bir araştırma için kendisine yardımcı olup olamayacağımı sordu. Samimi ve içten bir tebessüm “Neden olmasın?” dedim. Gülümsedi, eski iskeletler ve lanetleri hakkında yaptığı araştırma için Sahaf Necmi’den çok kıymetli bir kitabı ödünç alarak kendisine getirmemi istedi. Emir almış bir asker edasıyla başımla onu selamladım ve hızlı adımlarla Çınaraltı’ndan çıkarak yola koyuldum.
Mısır çarşısına Haseki kapısından girerek aksi ihtiyara durumu anlattım ve kitabı istedim. Son görüşmemizin gerginliğini hala üzerinden atamamış gibi görünen Necmi, Arzuhalci’nin tekin birisi olmadığını, kendisi ile çok birlikte olmamamı tembihlemeyi ihmal etmedi tabi. “Hı hı” diyerek geçiştirdim ve hazır buraya kadar gelmişken yıpranmış olan elbiselerimi Fahri ağabeyden güzel bir takım alarak tazelemeyi düşündüm. Ve elbette yeni giysiler, yeni silahlar isterdi. Hızar dedikler keskin ve hafif silahı Rüstem’in silahları arasında beğenerek kullanışının nasıl olduğunu sordum. Baltadan hafif, tek el ile rahatça kullanılabilecek ve kıvrak saldırı hamleleri sağlayan bir silah olduğunu söyleyen Rüstem, cüzi bir miktar karşılığı silahıma mükemmel iki efsun ekledi.
Yine epey yakışıklıydım, bir de Işık bana baksaydı…

Arzuhalci’ye gidip kitabı teslim ettim, bir yere ayrılmamamı, kısa bir araştırmadan sonra bana tekrar ihtiyacı olduğunu belirtti. Yapacak işim de yoktu zaten, “Pekâlâ” diyerek Zâl Hamit’in yanına oturdum. Mesken tutmuştum Çınaraltı’nı. Çayı hiç sevmeme rağmen açık bir paşa çayı söyleyivermiştim kendime. Gülümsedi yine Hamit Pehlivan o koca cüssesinden beklenmeyen bir zarafet ile, “Bırak şu paşa çayını, yiğidin hası çayı bol demli, tek şekerli içer” dedi. Bende gülümsedim, “Bunu daha önce de söyledin ağabey” diyerek latifeyle karşılık verdim. Yusuf Ağabey oradan atıldı ve “İyi o zaman, sana duymadığım bir laf söyleyeyim; insanın hıyarı bostanda yetişmez” dedi ve ortalık kahkahaya boğuldu. Işık’a göz ucuyla baktığımda onun da tebessüm ettiğini fark ettim. İlk defa onu gülerken görmüştüm. İçim cız etmişti.
Ben bunları düşünürken Arzuhalci’nin el işaretini fark ederek müsaade isteyip o tarafa yöneldim. Fransızca bilip bilmediğimi sordu, dudak büktüm. Kitabın dili Fransızca imiş. Fakat kitapta geçen “Scorpius, Arakne ve Petra” kelimelerinin ilgisini çektiğini, bunların Latincede “Akrep, Örümcek ve Kaya” anlamına geldiğini söyledi. Bu hususta araştırma yapmak üzere Agop’a gitmemi, aktarların akrep ve örümcek ısırıkları için hazırladıkları iksirlerde hangi taşları kullandığını not halinde alıp gelmemi rica etti. Zinhar Aktar Şevket’e bu konudan bahsetmememi, onun ağzında bakla ıslanmayacağını da öğütlemeyi ihmal etmedi. Sevmiştim bu işi; rakip taraflar için çalışarak hem insanların bilinmeyen yönlerini görüyor, hem de Arzuhalci ile iş yaparken çok ilginç bilgiler öğreniyordum.
Agop’a giderken yolda gördüğüm değerli madenleri topluyordum, saflarını elde edebilmek umuduyla. İyi para ediyorlardı çünkü, almayı düşündüğüm çok farklı şeyler vardı kafamda son zamanlarda. Nitekim amacıma ulaşmış, bir saf altın elde etmiştim.

Agop reçeteyi Şevket’ten değil de kendisinden istediğimi duyunca şaşırmış olsa da, Arzuhalci’nin ricasını geri çevirmeyerek hemencecik hazırladı ve elime tutuşturdu. Çınaraltı’na vardığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Yağmur… Toprak kokusu… Rüzgâr ve… Huzur… Sanki bir yerden hatırlıyordum bu kelimeleri. Çok kafa yormadan Arzuhalci’ye selam verdim ve notları teslim ettim. Bir yandan reçetelerin kopyalarını çıkarırken, bir yandan da bana Yasemin Hanım adında birisini anlatıyor, yerini tarif ediyor ve ivedi bir biçimde kendisine gitmemi rica ediyordu. Sahil kenarı yerine ara sokakları tercih etmiştim güzergâh olarak, nitekim yağmur hızını iyice artırmıştı. Tarif edilen yer şarapçının hemen arka tarafıydı, Lodos kalesinin oradan geçmenin tehlikeli olduğunu düşünerek, eskiden klan liderim Handan Hanım’ın mesken tuttuğu ağaçlık yerden geçmeyi uygun gördüm.
Yasemin Hanım’a vardığımda ilgimi çeken şey kendisi değil, elindeki kılıç olmuştu. Eskrim adlı sporda kullanılan epe namındaki ince, keskin ve ölümcül delikler açma kabiliyetine sahip bu silah, som altından yapılmış sapı ve çok ince fakat sağlam bir çelikten dövülmüş keskin yüzü ile beni mest etmişti. Bu silahtan elde edeceğime ant içerek yanına yaklaştım. Beni tanımakta zorlanmadı, Arzuhalci bana kendisinden bahsetmiş. Bir tomar kâğıdı elime tutuşturdu, mezarlıktaki ölülerin üzerinden bulduğunu söyledi. Ve benim bu işlere karışmama şaşırdığını, Teşkilat neferlerinin genelde Arzuhalci’nin işlerine mesafeli yaklaştıklarını cümlesine ekledi. Hüzünlü bir tebessüm belirdi dudaklarımda, ve “Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı” diyerek elini sıktım. Usulca Çınaraltı’na doğru yürüdüm.
Yolda kâğıtları incelediğimde hepsinin benzer metinler olduğunu ve muhtemelen dilinin Latince olabileceği kanaatine vardım. Dil bilmek güzel şeydi vesselam. Yağmur dinmişti, ahmakıslatan cinsindendi anlaşılan. Arzuhalci beni tebessümle karşıladı ve Yasemin’in bir şeyler bulmasına sevindiğini, dilersem beraber inceleyebileceğimizi söyledi. Fırsat bu fırsat diye içimden geçirdim ve kâğıtları incelemeye koyulduk.

Daha dün kalem ve kâğıda en az kılıç kadar uzak olan ben, bugün sırtımda kilolarca ağırlıkta bir hızar ile Latince öğreniyordum. Hayat ne garip şeydi. Hafifçe öksürerek gırtlağımı temizledim ve okumaya başladım…
Mısır çarşısına Haseki kapısından girerek aksi ihtiyara durumu anlattım ve kitabı istedim. Son görüşmemizin gerginliğini hala üzerinden atamamış gibi görünen Necmi, Arzuhalci’nin tekin birisi olmadığını, kendisi ile çok birlikte olmamamı tembihlemeyi ihmal etmedi tabi. “Hı hı” diyerek geçiştirdim ve hazır buraya kadar gelmişken yıpranmış olan elbiselerimi Fahri ağabeyden güzel bir takım alarak tazelemeyi düşündüm. Ve elbette yeni giysiler, yeni silahlar isterdi. Hızar dedikler keskin ve hafif silahı Rüstem’in silahları arasında beğenerek kullanışının nasıl olduğunu sordum. Baltadan hafif, tek el ile rahatça kullanılabilecek ve kıvrak saldırı hamleleri sağlayan bir silah olduğunu söyleyen Rüstem, cüzi bir miktar karşılığı silahıma mükemmel iki efsun ekledi.
Yine epey yakışıklıydım, bir de Işık bana baksaydı…

Arzuhalci’ye gidip kitabı teslim ettim, bir yere ayrılmamamı, kısa bir araştırmadan sonra bana tekrar ihtiyacı olduğunu belirtti. Yapacak işim de yoktu zaten, “Pekâlâ” diyerek Zâl Hamit’in yanına oturdum. Mesken tutmuştum Çınaraltı’nı. Çayı hiç sevmeme rağmen açık bir paşa çayı söyleyivermiştim kendime. Gülümsedi yine Hamit Pehlivan o koca cüssesinden beklenmeyen bir zarafet ile, “Bırak şu paşa çayını, yiğidin hası çayı bol demli, tek şekerli içer” dedi. Bende gülümsedim, “Bunu daha önce de söyledin ağabey” diyerek latifeyle karşılık verdim. Yusuf Ağabey oradan atıldı ve “İyi o zaman, sana duymadığım bir laf söyleyeyim; insanın hıyarı bostanda yetişmez” dedi ve ortalık kahkahaya boğuldu. Işık’a göz ucuyla baktığımda onun da tebessüm ettiğini fark ettim. İlk defa onu gülerken görmüştüm. İçim cız etmişti.
Ben bunları düşünürken Arzuhalci’nin el işaretini fark ederek müsaade isteyip o tarafa yöneldim. Fransızca bilip bilmediğimi sordu, dudak büktüm. Kitabın dili Fransızca imiş. Fakat kitapta geçen “Scorpius, Arakne ve Petra” kelimelerinin ilgisini çektiğini, bunların Latincede “Akrep, Örümcek ve Kaya” anlamına geldiğini söyledi. Bu hususta araştırma yapmak üzere Agop’a gitmemi, aktarların akrep ve örümcek ısırıkları için hazırladıkları iksirlerde hangi taşları kullandığını not halinde alıp gelmemi rica etti. Zinhar Aktar Şevket’e bu konudan bahsetmememi, onun ağzında bakla ıslanmayacağını da öğütlemeyi ihmal etmedi. Sevmiştim bu işi; rakip taraflar için çalışarak hem insanların bilinmeyen yönlerini görüyor, hem de Arzuhalci ile iş yaparken çok ilginç bilgiler öğreniyordum.
Agop’a giderken yolda gördüğüm değerli madenleri topluyordum, saflarını elde edebilmek umuduyla. İyi para ediyorlardı çünkü, almayı düşündüğüm çok farklı şeyler vardı kafamda son zamanlarda. Nitekim amacıma ulaşmış, bir saf altın elde etmiştim.

Agop reçeteyi Şevket’ten değil de kendisinden istediğimi duyunca şaşırmış olsa da, Arzuhalci’nin ricasını geri çevirmeyerek hemencecik hazırladı ve elime tutuşturdu. Çınaraltı’na vardığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Yağmur… Toprak kokusu… Rüzgâr ve… Huzur… Sanki bir yerden hatırlıyordum bu kelimeleri. Çok kafa yormadan Arzuhalci’ye selam verdim ve notları teslim ettim. Bir yandan reçetelerin kopyalarını çıkarırken, bir yandan da bana Yasemin Hanım adında birisini anlatıyor, yerini tarif ediyor ve ivedi bir biçimde kendisine gitmemi rica ediyordu. Sahil kenarı yerine ara sokakları tercih etmiştim güzergâh olarak, nitekim yağmur hızını iyice artırmıştı. Tarif edilen yer şarapçının hemen arka tarafıydı, Lodos kalesinin oradan geçmenin tehlikeli olduğunu düşünerek, eskiden klan liderim Handan Hanım’ın mesken tuttuğu ağaçlık yerden geçmeyi uygun gördüm.
Yasemin Hanım’a vardığımda ilgimi çeken şey kendisi değil, elindeki kılıç olmuştu. Eskrim adlı sporda kullanılan epe namındaki ince, keskin ve ölümcül delikler açma kabiliyetine sahip bu silah, som altından yapılmış sapı ve çok ince fakat sağlam bir çelikten dövülmüş keskin yüzü ile beni mest etmişti. Bu silahtan elde edeceğime ant içerek yanına yaklaştım. Beni tanımakta zorlanmadı, Arzuhalci bana kendisinden bahsetmiş. Bir tomar kâğıdı elime tutuşturdu, mezarlıktaki ölülerin üzerinden bulduğunu söyledi. Ve benim bu işlere karışmama şaşırdığını, Teşkilat neferlerinin genelde Arzuhalci’nin işlerine mesafeli yaklaştıklarını cümlesine ekledi. Hüzünlü bir tebessüm belirdi dudaklarımda, ve “Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı” diyerek elini sıktım. Usulca Çınaraltı’na doğru yürüdüm.
Yolda kâğıtları incelediğimde hepsinin benzer metinler olduğunu ve muhtemelen dilinin Latince olabileceği kanaatine vardım. Dil bilmek güzel şeydi vesselam. Yağmur dinmişti, ahmakıslatan cinsindendi anlaşılan. Arzuhalci beni tebessümle karşıladı ve Yasemin’in bir şeyler bulmasına sevindiğini, dilersem beraber inceleyebileceğimizi söyledi. Fırsat bu fırsat diye içimden geçirdim ve kâğıtları incelemeye koyulduk.

Daha dün kalem ve kâğıda en az kılıç kadar uzak olan ben, bugün sırtımda kilolarca ağırlıkta bir hızar ile Latince öğreniyordum. Hayat ne garip şeydi. Hafifçe öksürerek gırtlağımı temizledim ve okumaya başladım…
