Hüzün Kokuyor Tenin
Gönderilme zamanı: 05 Ara 2009 12:38
1956 yılının temmuz ayı idi vakit. Meteorit dünyaya düşmeden birkaç ay öncesine tekabül ediyordu zaman. Hatırlananlar ile söylenenler eşleşiyor, söylenenler betimliyor idi “bir tablo kadar güzel olan" İstanbul’u.
Ve yaşadığın ana damgasını vurmuş savaştan eser yoktu dönemin güzelliği içerisinde.
Agah vardı mizacıyla özleştirilen bir karaktere sahip. Parmakla gösterilen gençlerindendi tablo misali İstanbul’un. Görev adamı olmak ile tanınır azap misali sürdürürdü yaşamını bir bulut yalnızlığında tek, gökyüzü yüksekliğinde kalabalık…
Bir Agah vardı görülenden içre, yalnızlıklarını içine hapsetmiş bir gardiyandan farkı yoktu, bilinmiyordu. Oysa ki Agah da insandı ve hissederdi hissedilmeye muhtaç olunan o duyguları…
Hüznünü gözyaşlarıyla taçlandıran, belki de asil denebilecek o duygunun insanlarından bir tanesiydi ve müsebbibi taç mahiyetinde olan gözyaşlarının; Handan isimli genç bir hanımefendiydi.
Sevgisi genç bedeninden daha büyük olan bir adamın; dağ misali büyük sevgisini, aşarak bedenini dile getirmesiyle başladı tüm hikaye...
Agah’ın duyguları karşılık bulmuş idi genç Handan tarafından, tek kalpte hüzünden farklı hiçbir hissiyat yaratmayan sevgi; iki büyük kalbe bulaşınca tarifi mümkün olmayan bir sevgi getirdi dünya üzerine.O an, herkesten saklansa da malum o büyük aşk; üzerinden elli üç yıl geçmesine rağmen hatırlanacak, destan misali dillere dolanacaktı...
Temmuz ayı bitmek üzere iken, aşkın tohumları yeni yeni gelişmekte idi. Dönemin bilim adamları yönetime gerekli uyarıları iletmiş yönetim çeşitli hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Agah zekası ve önder ruhu ile genç yaşına bakmaksızın tüm bu şeraitin içerisinde en önde yer alanlardan bir tanesi idi. Bir gece vakti, Handan Hanım’ın yazar olduğu gazeteye onu evine bırakmak üzere ikamet etti.
Bu seyir, bir çok yaşanmışlığa sebebiyet verecek aşkın tohumlarını filizlendirecek bir mahiyete sahip olacaktı.
Gazetenin kapısından içeri girmek için yeltenen Agah, birden gördü hayatına anlam veren o silueti, siluetinden bedene bürünen; "bir gecenin siyahlığında" Handan Hanım idi.
Özlemin verdiği bir iç güdü ile açılan kollar iki farklı bedende sarılı buldular kendilerini. Vakit kaybetmedi Agah “özledim” dedi. Handan Hanım da özlemişti delicesine; lakin dile getirmekten çekiniyordu özlemini; gözleri ile onayladı.
Galata köprüsüne yakın bir balıkçıya gidildi el ele, göz göze. Yemek bahane olacaktı çoğu itirafa; Agah yiyemeyeceğini bile bile yeltendi balıkçıya “her zamankinden”...
Yemekler masada yerlerini aldı, vakit geçiyor... Agah konuşamıyordu; ve en sonunda bir anlık cesaret ile “ben, belki de bundan sonra olmayacağım” dedi Handan’a. Handan; bir anlık duraksamayla birlikte tabağa geri bıraktı elindeki çatalı. “Nasıl?” dedi.
Agah ona ulaşan bilgileri ve yaşamın bitme olasılığını anlatınca Handan’a, bir buruk göz yaşı arz-ı endam edercesine düştü sofraya. Teselliler sükunete; sükunet ise tek bir bedene dönüşüverdi. Yaşanılan son geceymişçesine tutkuluydu o ve akabinde gelecek olan akşamlar, ta ki 24 Aralık sabahına kadar.
Rutine bürünmüş fakat ilk oluşundan hiçbir taviz vermemiş 24 Aralık akşamı, Agah’ın içine doğmuştu sanki. Bir tılsım ile durdu. Agah ve kelimeler şöyle teşrif buyurdu Agah’ın dudaklarından süzülenlere “Tenin Hüzün Kokuyor”. İlk başta söylenenlere anlam veremeyen Handan Hanım, bir gün sonra geri dönüşü olmayan bir vaziyette anlayacaktı bu üç kelimeyi.
25 Aralık Sabahı
Agah eline geçen bir telgrafla acele ile çıktı dışarı, kalbinin diğer yarısını evinde bırakarak. Yapılan araştırmalar ve gün yüzüne gözle görülür şekilde nüfuz eden değişiklikler, çok fazla vakit kalmadığını betimliyordu.
Ve gözüktü gökyüzünde; oval, alacakaranlık bir nesne idi bu... Güvenli bölgede olan Agah, gördüğü nesnenin düştüğü ana tekabül ettiğini baygın düşüp ayıldıktan 1.5 saat sonra fark edebildi...
Hayat durmuş çığlıklar feryada bürünmüş iken, çıktı sokaklara kalbinin bir diğer yarısını aramak üzere. Günlerce süren arama sonuç vermemiş kalbini emanet bıraktığı ev viran hale gelmiş idi. Yer yüzünün derinliklerine sürüklenen Handan Hanım hayatta dahi olsa, artık o genç adamdan çok uzaklarda idi.
Yağış rejimleri düşen meteoritin etkisinden mütevellit şeklini asite dönüştürmüş ve hüzün tatsızlığında yağmaktaydı. Günler evvelinden gözlerini yarım kalmış bir kalbe inat; kapama kararı alan Agah, yağan şiddetli asit yağmuru altında bir daha görmemek üzere hiçbir şeyi; "Açtı gözlerini... Gördüğü son şeyin birkaç damla asit olacağını bile bile…"
Aradan elli üç yıl geçmesine rağmen onun bir dostunun vasıtasıyla kaleme aldırdıklarından başka hiçbir bilgi yok bu aşka dair. Ve onun deyimi ile "hüzün kokan" o ten bu gün dahi hassasiyet öfkesinden hiçbir şey kaybetmedi…
Ve yaşadığın ana damgasını vurmuş savaştan eser yoktu dönemin güzelliği içerisinde.
Agah vardı mizacıyla özleştirilen bir karaktere sahip. Parmakla gösterilen gençlerindendi tablo misali İstanbul’un. Görev adamı olmak ile tanınır azap misali sürdürürdü yaşamını bir bulut yalnızlığında tek, gökyüzü yüksekliğinde kalabalık…
Bir Agah vardı görülenden içre, yalnızlıklarını içine hapsetmiş bir gardiyandan farkı yoktu, bilinmiyordu. Oysa ki Agah da insandı ve hissederdi hissedilmeye muhtaç olunan o duyguları…
Hüznünü gözyaşlarıyla taçlandıran, belki de asil denebilecek o duygunun insanlarından bir tanesiydi ve müsebbibi taç mahiyetinde olan gözyaşlarının; Handan isimli genç bir hanımefendiydi.
Sevgisi genç bedeninden daha büyük olan bir adamın; dağ misali büyük sevgisini, aşarak bedenini dile getirmesiyle başladı tüm hikaye...
Agah’ın duyguları karşılık bulmuş idi genç Handan tarafından, tek kalpte hüzünden farklı hiçbir hissiyat yaratmayan sevgi; iki büyük kalbe bulaşınca tarifi mümkün olmayan bir sevgi getirdi dünya üzerine.O an, herkesten saklansa da malum o büyük aşk; üzerinden elli üç yıl geçmesine rağmen hatırlanacak, destan misali dillere dolanacaktı...
Temmuz ayı bitmek üzere iken, aşkın tohumları yeni yeni gelişmekte idi. Dönemin bilim adamları yönetime gerekli uyarıları iletmiş yönetim çeşitli hazırlıklar yapmaya başlamıştı. Agah zekası ve önder ruhu ile genç yaşına bakmaksızın tüm bu şeraitin içerisinde en önde yer alanlardan bir tanesi idi. Bir gece vakti, Handan Hanım’ın yazar olduğu gazeteye onu evine bırakmak üzere ikamet etti.
Bu seyir, bir çok yaşanmışlığa sebebiyet verecek aşkın tohumlarını filizlendirecek bir mahiyete sahip olacaktı.
Gazetenin kapısından içeri girmek için yeltenen Agah, birden gördü hayatına anlam veren o silueti, siluetinden bedene bürünen; "bir gecenin siyahlığında" Handan Hanım idi.
Özlemin verdiği bir iç güdü ile açılan kollar iki farklı bedende sarılı buldular kendilerini. Vakit kaybetmedi Agah “özledim” dedi. Handan Hanım da özlemişti delicesine; lakin dile getirmekten çekiniyordu özlemini; gözleri ile onayladı.
Galata köprüsüne yakın bir balıkçıya gidildi el ele, göz göze. Yemek bahane olacaktı çoğu itirafa; Agah yiyemeyeceğini bile bile yeltendi balıkçıya “her zamankinden”...
Yemekler masada yerlerini aldı, vakit geçiyor... Agah konuşamıyordu; ve en sonunda bir anlık cesaret ile “ben, belki de bundan sonra olmayacağım” dedi Handan’a. Handan; bir anlık duraksamayla birlikte tabağa geri bıraktı elindeki çatalı. “Nasıl?” dedi.
Agah ona ulaşan bilgileri ve yaşamın bitme olasılığını anlatınca Handan’a, bir buruk göz yaşı arz-ı endam edercesine düştü sofraya. Teselliler sükunete; sükunet ise tek bir bedene dönüşüverdi. Yaşanılan son geceymişçesine tutkuluydu o ve akabinde gelecek olan akşamlar, ta ki 24 Aralık sabahına kadar.
Rutine bürünmüş fakat ilk oluşundan hiçbir taviz vermemiş 24 Aralık akşamı, Agah’ın içine doğmuştu sanki. Bir tılsım ile durdu. Agah ve kelimeler şöyle teşrif buyurdu Agah’ın dudaklarından süzülenlere “Tenin Hüzün Kokuyor”. İlk başta söylenenlere anlam veremeyen Handan Hanım, bir gün sonra geri dönüşü olmayan bir vaziyette anlayacaktı bu üç kelimeyi.
25 Aralık Sabahı
Agah eline geçen bir telgrafla acele ile çıktı dışarı, kalbinin diğer yarısını evinde bırakarak. Yapılan araştırmalar ve gün yüzüne gözle görülür şekilde nüfuz eden değişiklikler, çok fazla vakit kalmadığını betimliyordu.
Ve gözüktü gökyüzünde; oval, alacakaranlık bir nesne idi bu... Güvenli bölgede olan Agah, gördüğü nesnenin düştüğü ana tekabül ettiğini baygın düşüp ayıldıktan 1.5 saat sonra fark edebildi...
Hayat durmuş çığlıklar feryada bürünmüş iken, çıktı sokaklara kalbinin bir diğer yarısını aramak üzere. Günlerce süren arama sonuç vermemiş kalbini emanet bıraktığı ev viran hale gelmiş idi. Yer yüzünün derinliklerine sürüklenen Handan Hanım hayatta dahi olsa, artık o genç adamdan çok uzaklarda idi.
Yağış rejimleri düşen meteoritin etkisinden mütevellit şeklini asite dönüştürmüş ve hüzün tatsızlığında yağmaktaydı. Günler evvelinden gözlerini yarım kalmış bir kalbe inat; kapama kararı alan Agah, yağan şiddetli asit yağmuru altında bir daha görmemek üzere hiçbir şeyi; "Açtı gözlerini... Gördüğü son şeyin birkaç damla asit olacağını bile bile…"
Aradan elli üç yıl geçmesine rağmen onun bir dostunun vasıtasıyla kaleme aldırdıklarından başka hiçbir bilgi yok bu aşka dair. Ve onun deyimi ile "hüzün kokan" o ten bu gün dahi hassasiyet öfkesinden hiçbir şey kaybetmedi…