türban
Türban (kadın başörtüsü): Genellikle renkli desenli ve ipek kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan özel bir tür kadın başörtüsü. Eşarba göre biraz daha büyük boyutludur ve başa iğne kullanılarak bağlanır.
Erkek başlığı olarak Türban veya Sarık: Genellikle pamuklu kumaştan yapılmış, başa veya fes, kavuk gibi bir iç şapkanın üzerine sarılan bir erkek başlığı. Sih ve bazı Kuzey Afrika ile Güneydoğu Asya müslüman toplumlarında yaygındır.
Anadolu'da başörtüsünün yemeni, eşarp, tülbent, yazma, çarşaf ve türban gibi çeşitleri bazı kadınlar tarafından kullanılmaktadır. Bu örtüler birbirinden kullanılan kumaşın şekli, deseni, boyutu ve bağlama biçimi gibi çeşitli açılardan ayrılır. Bu yöresel farklılıklar Türkiye'de başörtüsü maddesinde daha ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir.
Bir kadın giysisi olarak türban ise ince kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan özel bir tür başörtüsüdür. Genellikle renkli desenli ve ipek kumaştan yapılan türban, eşarba göre biraz daha büyük boyutludur ve şeffaf değildir. Türban saçın görünmesini engelleyecek şekilde takılan pamuklu kumaştan bir bonenin üzerinden bağlanır. Geleneksel başörtüsünden farklı olarak türban, çok sayıda toplu iğne ile sabitlenir. Türbanın bağlanma şeklinin geleneksel başörtüsünden ayrılan en önemli özelliği, saçın tek bir telinin bile gözükmemesine dikkat edilmesidir.
Kavram tartışması
1960'lı yıllardan itibaren kullanılmaya başlanan, 1980'li ve 90'lı yıllarda ise yaygınlaşan, genellikle renkli, ipek ve geleneksel başörtüsünden farklı olarak kendine özgü bağlama şekli olan başörtüsüne "türban" denmekte ve bazı kesimler tarafından siyasi giyim tarzının bir öğesi olarak kabul edilmektedir.
Ancak, 1984'te YÖK yükseköğrenim kurumlarında "başörtüsü" kullanımını yasaklarken "modern bir şekilde, türban" kullanılmasına izin vermiştir. (Bu izin Danıştay 8. Dairesi'nin 1984'te verdiği karar ile iptal edilmiştir.) Bu izin ve karar "türban" ile "başörtüsü" kavram tartışmasını da başlatmıştır.
***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Tesettür
Tesettür, örtünmek anlamında İslam dini terimidir. İslam dünyasında çoğunlukla kadınların kıyafetleri ile ilgili tanımlamalarda kullanılan bir kavramdır. Tesettür "örtünmek" anlamına gelir ve dinî anlamda örtülmesi gerekilen yerleri ve örtünün şeklî bazı unsurlarını (örneğin transparan olup olmamasını) belirler.
Tesettür ve başörtüsü insan istek, arzu ve iradesi ile yapılan bir davranış olduğu halde, sıklıkla "tesettürlü kadın", veya "başörtülü kız" şeklinde insan bedeninin bir parçası veya toplumsal bir sınıfı tanımlar şeklinde kullanımına da rastlanır.
Kuran’da tesettürle ilişkilendirilen ayetler Türkçeye anlamlarını da değiştirecek şekilde farklı tercümelerle çevrilen, Nur ve Ahzab surelerinde yer alan iki adet ayettir.
"Mü'min kadınlara da söyle: "Gözlerini kaçındırsınlar ve ara yerlerini korusunlar, kendiliğinden açığa çıkan dışında süslerini dışa vurmasınlar. Örtülerini, "cep"lerinin üstüne koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından ya da babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihtiyacı olmayan hizmetçilerden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, Allah'a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!"(Nur suresi:31)
Bu ayette geçen "hımar" kelimesini geleneksel mütercimler baş örtüsü, ayetlerin geleneğin etkisinden arındırılmış anlamını verme iddiası taşıyanlar ise salt "örtü" olarak çevirmeyi tercih etmektedirler. Ayette örtülecek yeri ifade eden "cuyub" (= cepler) kelimesi geleneksel olarak yaka olarak verilirken, Yaşar Nuri Öztürk tarafından yapılan mealde ilgili kısım "göğüs yırtmacı" olarak tercüme edilir. Ancak bazı araştırmacılar tarafından Kur'anın dilinin %10 kadar Süryanice içeriğe sahip olduğu, Kur'anın anlaşılmasında bu dile ait bilgiler göz önüne alındığında geleneksel tercümelerden oldukça farklı anlamların ortaya çıkabildiği belirtilmektedir. Bunlardan birisi de Nur suresi 31. ayetinde geçen cuyub kelimesini anlamlandırma ile ilgilidir. Buna göre ayet belirli bir örtünme şeklini değil, mecazi olarak iffetin korunması anlamında, Süryanicede bel altı kısmının örtülmesi gibi mecazi bir ifadeye sahip olmaktadır.[ Görsel kaynak] Ayrıca kadın anatomisinde cep olarak nitelendirilebilecek kısım göz önüne alındığında bu açıklama çok daha akla yatkın hale gelmektedir.
Bazı yorumcular kadın bedeninin tamamını süs kabul ederek, ayeti kadın bedeninin tamamını kapsayacak şekilde yorumlayıp, bundan zorunlu olarak gördükleri yüz ve el gibi kısımların açılmasına ruhsat verecek şekilde meal vermeyi tercih etmektedirler. Bunlardan bazıları kendiliğinden, spontane anlamlarına gelebilecek ifadeden "zaruri olan" anlamını çıkartırlar ve zaruri olmadıkça kadın vücudunun tamamıyla örtülmesi gerektiğinden bahsederler. Bazı hadislerle de desteklenen bu anlayışa göre kadın burka, peçe benzeri giysilerle tamamen örtünür. Bu görüşteki yorumculara göre zorunlu olarak dış ortama çıkması durumunda izin verilebilecek yegane açıklık, kadının tek gözünün açılabilmesinden ibarettir. E. Hamdi Yazır'[20] Zaruri ile ifade edilen yerlerin el ve yüz olduğu yorumunu yaparken O'na göre alimlerin çoğu da bu görüştedir. Mevdudi kadınların bilerek ve kasıtlı olarak süslerini açığa vurmamaları, kontrolleri dışında açığa çıkandan ise mesul olmadıklarını ifade eder. Mevdudiye göre kendisi ve Hanefi fakihlerin çoğunluğu "vücudun genelde açıkta kalan ve örtülmeyen kısımları" ifadesinden El ve yüzü anlamaktadır.
Ahzab suresi'nden tesettür ile ilişkilendirilen bir diğer ayet; "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini(cilbab) üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları ve incitilmemeleri için çok daha uygun bir yoldur. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."(Ahzab suresi: 59) ayetidir.
Bu ayet de tercüme yazarları tarafından farklı şekillerde tercüme edilir.
Bazı yorumcular ayette geçen "tanınmaları ve incitilmemeleri için" ifadelerinden kastın "tanınmamaları" olduğu yorumunu yaparlar ve buradan da kadınların evleri dışında iken el ve yüz dahil bütün vücutlarınının örtülmesi gerektiği sonucuna ulaşırlar. Yazır bu ayetin "hür kadın"ları ilgilendirdiğini söyler ve cilbab'ı şöyle tanımlar: "Cilbâb''; vücudu baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dış örtüsünün, elbisesinin adıdır." Prof.Dr. Süleyman Akdemir ayet'in üslubuna dikkat çekmekte ve bu ayette emir değil tavsiye niteliğinde ifade kullanıldığı üzerinde durmaktadır.
Yaşar Nuri Öztürk'e göre ayet dışarıda giyilecek elbiseleri tanımlar ve cilbabı basitçe dış elbise olarak isimlendirir. Ve bunun hür-cariye ayrımını göstererek asayişi sağlamak için olduğunu belirtir.
Yine örtünmeyle alakalı bir başka ayet de hayızdan kesilmiş kadınların bazı şeylere bağlı kalmaları şartıyla örtünme yükümlülüklerinin kalktıklarını belirtir.
''Evlenme ümidi kalmayan yaşlı kadınların, ziynetlerini açığa vurmamak şartıyla dış örtülerini çıkarmalarında kendilerine bir günah yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.'' (Nur suresi, 60)
Ancak Kuran'da örtünmenin yanı sıra güzel giyinmeye teşvik eden iki ayet de vardır:
''Ey ademoğulları! Size, çirkin yerlerinizi örtecek giysi ve süs kıyafeti indirdik. Ama takva giysisi en hayırlısıdır. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Düşünüp öğüt almaları umuluyor.'' (Araf suresi, 26)
''Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının. Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez'' (Araf suresi,
Tesettür, örtünmek anlamında İslam dini terimidir. İslam dünyasında çoğunlukla kadınların kıyafetleri ile ilgili tanımlamalarda kullanılan bir kavramdır. Tesettür "örtünmek" anlamına gelir ve dinî anlamda örtülmesi gerekilen yerleri ve örtünün şeklî bazı unsurlarını (örneğin transparan olup olmamasını) belirler.
Tesettür ve başörtüsü insan istek, arzu ve iradesi ile yapılan bir davranış olduğu halde, sıklıkla "tesettürlü kadın", veya "başörtülü kız" şeklinde insan bedeninin bir parçası veya toplumsal bir sınıfı tanımlar şeklinde kullanımına da rastlanır.
Kuran’da tesettürle ilişkilendirilen ayetler Türkçeye anlamlarını da değiştirecek şekilde farklı tercümelerle çevrilen, Nur ve Ahzab surelerinde yer alan iki adet ayettir.
"Mü'min kadınlara da söyle: "Gözlerini kaçındırsınlar ve ara yerlerini korusunlar, kendiliğinden açığa çıkan dışında süslerini dışa vurmasınlar. Örtülerini, "cep"lerinin üstüne koysunlar. Süslerini, kendi kocalarından ya da babalarından ya da oğullarından ya da kocalarının oğullarından ya da kendi kardeşlerinden ya da kardeşlerinin oğullarından ya da kız kardeşlerinin oğullarından ya da kendi kadınlarından ya da ellerinin altında bulunanlardan ya da kadına ihtiyacı olmayan hizmetçilerden ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, Allah'a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!"(Nur suresi:31)
Bu ayette geçen "hımar" kelimesini geleneksel mütercimler baş örtüsü, ayetlerin geleneğin etkisinden arındırılmış anlamını verme iddiası taşıyanlar ise salt "örtü" olarak çevirmeyi tercih etmektedirler. Ayette örtülecek yeri ifade eden "cuyub" (= cepler) kelimesi geleneksel olarak yaka olarak verilirken, Yaşar Nuri Öztürk tarafından yapılan mealde ilgili kısım "göğüs yırtmacı" olarak tercüme edilir. Ancak bazı araştırmacılar tarafından Kur'anın dilinin %10 kadar Süryanice içeriğe sahip olduğu, Kur'anın anlaşılmasında bu dile ait bilgiler göz önüne alındığında geleneksel tercümelerden oldukça farklı anlamların ortaya çıkabildiği belirtilmektedir. Bunlardan birisi de Nur suresi 31. ayetinde geçen cuyub kelimesini anlamlandırma ile ilgilidir. Buna göre ayet belirli bir örtünme şeklini değil, mecazi olarak iffetin korunması anlamında, Süryanicede bel altı kısmının örtülmesi gibi mecazi bir ifadeye sahip olmaktadır.[ Görsel kaynak] Ayrıca kadın anatomisinde cep olarak nitelendirilebilecek kısım göz önüne alındığında bu açıklama çok daha akla yatkın hale gelmektedir.
Bazı yorumcular kadın bedeninin tamamını süs kabul ederek, ayeti kadın bedeninin tamamını kapsayacak şekilde yorumlayıp, bundan zorunlu olarak gördükleri yüz ve el gibi kısımların açılmasına ruhsat verecek şekilde meal vermeyi tercih etmektedirler. Bunlardan bazıları kendiliğinden, spontane anlamlarına gelebilecek ifadeden "zaruri olan" anlamını çıkartırlar ve zaruri olmadıkça kadın vücudunun tamamıyla örtülmesi gerektiğinden bahsederler. Bazı hadislerle de desteklenen bu anlayışa göre kadın burka, peçe benzeri giysilerle tamamen örtünür. Bu görüşteki yorumculara göre zorunlu olarak dış ortama çıkması durumunda izin verilebilecek yegane açıklık, kadının tek gözünün açılabilmesinden ibarettir. E. Hamdi Yazır'[20] Zaruri ile ifade edilen yerlerin el ve yüz olduğu yorumunu yaparken O'na göre alimlerin çoğu da bu görüştedir. Mevdudi kadınların bilerek ve kasıtlı olarak süslerini açığa vurmamaları, kontrolleri dışında açığa çıkandan ise mesul olmadıklarını ifade eder. Mevdudiye göre kendisi ve Hanefi fakihlerin çoğunluğu "vücudun genelde açıkta kalan ve örtülmeyen kısımları" ifadesinden El ve yüzü anlamaktadır.
Ahzab suresi'nden tesettür ile ilişkilendirilen bir diğer ayet; "Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini(cilbab) üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları ve incitilmemeleri için çok daha uygun bir yoldur. Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."(Ahzab suresi: 59) ayetidir.
Bu ayet de tercüme yazarları tarafından farklı şekillerde tercüme edilir.
Bazı yorumcular ayette geçen "tanınmaları ve incitilmemeleri için" ifadelerinden kastın "tanınmamaları" olduğu yorumunu yaparlar ve buradan da kadınların evleri dışında iken el ve yüz dahil bütün vücutlarınının örtülmesi gerektiği sonucuna ulaşırlar. Yazır bu ayetin "hür kadın"ları ilgilendirdiğini söyler ve cilbab'ı şöyle tanımlar: "Cilbâb''; vücudu baştan aşağı örten çarşaf, ferace, car gibi dış örtüsünün, elbisesinin adıdır." Prof.Dr. Süleyman Akdemir ayet'in üslubuna dikkat çekmekte ve bu ayette emir değil tavsiye niteliğinde ifade kullanıldığı üzerinde durmaktadır.
Yaşar Nuri Öztürk'e göre ayet dışarıda giyilecek elbiseleri tanımlar ve cilbabı basitçe dış elbise olarak isimlendirir. Ve bunun hür-cariye ayrımını göstererek asayişi sağlamak için olduğunu belirtir.
Yine örtünmeyle alakalı bir başka ayet de hayızdan kesilmiş kadınların bazı şeylere bağlı kalmaları şartıyla örtünme yükümlülüklerinin kalktıklarını belirtir.
''Evlenme ümidi kalmayan yaşlı kadınların, ziynetlerini açığa vurmamak şartıyla dış örtülerini çıkarmalarında kendilerine bir günah yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.'' (Nur suresi, 60)
Ancak Kuran'da örtünmenin yanı sıra güzel giyinmeye teşvik eden iki ayet de vardır:
''Ey ademoğulları! Size, çirkin yerlerinizi örtecek giysi ve süs kıyafeti indirdik. Ama takva giysisi en hayırlısıdır. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Düşünüp öğüt almaları umuluyor.'' (Araf suresi, 26)
''Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının. Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez'' (Araf suresi,


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Çeçenistan
Çeçen Cumhuriyeti (Rusça: Чече́нская Респу́блика, Çeçenskaya Respublika; Çeçence: Нохчийн Республика, Noxçiyn Respublika), yaygın olarak bilinen şekliyle Çeçenistan (Rusça: Чечня́, Çeçnya; Çeçence: Нохчийчоь, Noxçiyçö) (bazen İçkerya (Türkçe: Mineraller Diyarı) veya Çeçenya olarak da geçer), Rusya'nın federal yapılanmalarından (Rusya'nın cumhuriyetleri) biridir. Doğu Avrupa'nın en güney kısmındaki Kuzey Kafkasya'da bulunur ve Hazar Denizi'nin 100 kilometre dahilindedir. Cumhuriyetin başkenti Grozni şehridir. 2010 Nüfus Sayımı'na göre; büyük çoğunluğu Çeçen ve belirgin bir Rus azınlığa sahip 1,268,989 kişilik nüfusu vardır.
1991'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması'ndan sonra, Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti; İnguşetya Cumhuriyeti ve Çeçen Cumhuriyeti olarak ikiye ayrılmıştır. Daha sonra Çeçen Cumhuriyeti, kendini İçkerya Çeçen Cumhuriyeti ilan ederek bağımsızlık kazanmaya çalışmıştır. Çeçenistan, Rusya'yla yapılan Birinci Çeçen Savaşı'nı takiben, İçkerya Çeçen Cumhuriyeti olarak fiilen bağımsızlığını ilan etmiştir ancak Rusya'nın bu bölge üzerindeki federal kontrolü İkinci Çeçen Savaşı ile birlikte tekrar sağlanmıştır. O zamandan itibaren sistematik bir şekilde yeniden yapılanma ve restorasyon yapılmaktadır, yine de cumhuriyetin güney bölgelerinde ve dağlarda düzensiz çatışmalar devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra İçkerya Çeçen Cumhuriyeti adıyla bağımısızlığını ilan ettikten sonra, Çeçenistan'ı tanıyan ilk devlet Gürcistan oldu, ve sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile karşılıklı tanıma anlaşmasına imza atıldı. Ocak 2000'de Afganistan tarafindan tanındı.. 1991'de yapılan seçimde ilk cumhurbaşkanı General Cahar Dudayev oldu.Boris Yeltsin sıkıyönetim ilan ederek savaşa devam etti. Temmuz 1992'de Çeçen-İnguş parlamentosu Latin alfabesini kabul etti. 1997'de Çeçen alfabesine geçtiler, Çeçenler Rusya ile federasyon anlaşmasını imzalamayı reddettiler.
1996'da çatışmalara son vermek amacıyla Zelimhan Yandarbiyev Ruslarla barış anlaşması imzaladı. O yıl geçici başbakan olarak Aslan Mashadov atandı. Ardından 1997'de rakibi Şamil Basayev'i geride bırakarak Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti'nin ikinci cumhurbaşkanı oldu fakat 2005'te öldürüldü. Ölümünden sonra Argun'lu Abdul-Halim Sadulaev cumhurbaşkanı oldu fakat o da 17 Haziran 2006'da öldürüldü.
Çeçen Cumhuriyeti (Rusça: Чече́нская Респу́блика, Çeçenskaya Respublika; Çeçence: Нохчийн Республика, Noxçiyn Respublika), yaygın olarak bilinen şekliyle Çeçenistan (Rusça: Чечня́, Çeçnya; Çeçence: Нохчийчоь, Noxçiyçö) (bazen İçkerya (Türkçe: Mineraller Diyarı) veya Çeçenya olarak da geçer), Rusya'nın federal yapılanmalarından (Rusya'nın cumhuriyetleri) biridir. Doğu Avrupa'nın en güney kısmındaki Kuzey Kafkasya'da bulunur ve Hazar Denizi'nin 100 kilometre dahilindedir. Cumhuriyetin başkenti Grozni şehridir. 2010 Nüfus Sayımı'na göre; büyük çoğunluğu Çeçen ve belirgin bir Rus azınlığa sahip 1,268,989 kişilik nüfusu vardır.
1991'de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması'ndan sonra, Çeçen-İnguş Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti; İnguşetya Cumhuriyeti ve Çeçen Cumhuriyeti olarak ikiye ayrılmıştır. Daha sonra Çeçen Cumhuriyeti, kendini İçkerya Çeçen Cumhuriyeti ilan ederek bağımsızlık kazanmaya çalışmıştır. Çeçenistan, Rusya'yla yapılan Birinci Çeçen Savaşı'nı takiben, İçkerya Çeçen Cumhuriyeti olarak fiilen bağımsızlığını ilan etmiştir ancak Rusya'nın bu bölge üzerindeki federal kontrolü İkinci Çeçen Savaşı ile birlikte tekrar sağlanmıştır. O zamandan itibaren sistematik bir şekilde yeniden yapılanma ve restorasyon yapılmaktadır, yine de cumhuriyetin güney bölgelerinde ve dağlarda düzensiz çatışmalar devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasından sonra İçkerya Çeçen Cumhuriyeti adıyla bağımısızlığını ilan ettikten sonra, Çeçenistan'ı tanıyan ilk devlet Gürcistan oldu, ve sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile karşılıklı tanıma anlaşmasına imza atıldı. Ocak 2000'de Afganistan tarafindan tanındı.. 1991'de yapılan seçimde ilk cumhurbaşkanı General Cahar Dudayev oldu.Boris Yeltsin sıkıyönetim ilan ederek savaşa devam etti. Temmuz 1992'de Çeçen-İnguş parlamentosu Latin alfabesini kabul etti. 1997'de Çeçen alfabesine geçtiler, Çeçenler Rusya ile federasyon anlaşmasını imzalamayı reddettiler.
1996'da çatışmalara son vermek amacıyla Zelimhan Yandarbiyev Ruslarla barış anlaşması imzaladı. O yıl geçici başbakan olarak Aslan Mashadov atandı. Ardından 1997'de rakibi Şamil Basayev'i geride bırakarak Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti'nin ikinci cumhurbaşkanı oldu fakat 2005'te öldürüldü. Ölümünden sonra Argun'lu Abdul-Halim Sadulaev cumhurbaşkanı oldu fakat o da 17 Haziran 2006'da öldürüldü.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Moskova
Moskova (Rusça: Москва / Moskva) Rusya Federasyonu'nun başkenti. Şehir merkezinde 10.406.578'lik nüfusa sahiptir. 1081 km² Rusya'nın iki federe şehrinden biridir. Moskova nehrinin içinden geçtiği bu şehir Dünya'nın en yoğun işleyen (mimarisi ile ünlü) metro sistemine sahiptir. 1980 yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Moskovada yaşayan milyarder sayısı diğer dünya şehirlerden fazladır, bu da en çok milyarderin yaşadığı şehir ünvanını getirmiştir. 2007 ylı istatistiklerine göre dünyanın en pahalı şehirleri listesinde 1. sıraya yerleşmiştir. Eğitim, bilim alanında birçok kuruma sahip çıkar. Ayrıca Eurovision 2009'a ev sahipliği yapmıştır.
Moskova Rusya’nın Avrupa merkezinde, Oka ve Volga nehirler arası, Smolensk-Moskova sırtları (batıda), Moskvoretsko-Okskaya ovasında (doğuda), Meşçyora çukureli (Güney-Batıda) kavşağında bulunur. Şehir alanı 2006 yıllının verilere göre 1081 km², bu da Rusya federasyonunda şehri en küçük yapar. Ana bölümü (877 km ²) çevre otoyolunda iken, diğeri 204 km ² - çevre otoyolun dışında. Ortalama deniz yüksekliği 156 m. oluşturur. Arazinin en yüksek noktası Teplostanskaya Yükseltisinde (Rusça: Теплостанская возвышенность ) bulunur ve 255 m. rakıma sahiptir.
Moskova (Rusça: Москва / Moskva) Rusya Federasyonu'nun başkenti. Şehir merkezinde 10.406.578'lik nüfusa sahiptir. 1081 km² Rusya'nın iki federe şehrinden biridir. Moskova nehrinin içinden geçtiği bu şehir Dünya'nın en yoğun işleyen (mimarisi ile ünlü) metro sistemine sahiptir. 1980 yaz olimpiyatlarına ev sahipliği yapmıştır. Moskovada yaşayan milyarder sayısı diğer dünya şehirlerden fazladır, bu da en çok milyarderin yaşadığı şehir ünvanını getirmiştir. 2007 ylı istatistiklerine göre dünyanın en pahalı şehirleri listesinde 1. sıraya yerleşmiştir. Eğitim, bilim alanında birçok kuruma sahip çıkar. Ayrıca Eurovision 2009'a ev sahipliği yapmıştır.
Moskova Rusya’nın Avrupa merkezinde, Oka ve Volga nehirler arası, Smolensk-Moskova sırtları (batıda), Moskvoretsko-Okskaya ovasında (doğuda), Meşçyora çukureli (Güney-Batıda) kavşağında bulunur. Şehir alanı 2006 yıllının verilere göre 1081 km², bu da Rusya federasyonunda şehri en küçük yapar. Ana bölümü (877 km ²) çevre otoyolunda iken, diğeri 204 km ² - çevre otoyolun dışında. Ortalama deniz yüksekliği 156 m. oluşturur. Arazinin en yüksek noktası Teplostanskaya Yükseltisinde (Rusça: Теплостанская возвышенность ) bulunur ve 255 m. rakıma sahiptir.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Bomba
Bomba, İçi patlayıcı ve yanıcı maddeyle dolu, bir ateşleme düzeniyle donatılmış, madensel küre biçiminde yokedici ateşli silah.
Bombanın yapısı
Bombalar genelde dört bölümden oluşur. Bunlar dış kılıf, bombanın havada dengeli gitmesini sağlayan kanatçıklar, tapa ve tapayı ateşlemeye yarayan düzenektir. Bombalar hedeflere değişik biçimlerde gönderilebilir. Uçaktan bırakılabilir, bir roket yardımıyla fırlatılabilir, elle atılabilir ya da hedefe önceden yerleştirilip bir zaman yaralayıcısıyla patlatılabilir. Füze ile farklıdır. Bombalarda, top mermisindeki sevk barutu gibi itici bir madde bulunmaz. Ama ilk bombalar top mermisine benziyordu ve barut doldurulmuş metal bir küre biçimindeydi. Ağır ağır yanan bir fitille ateşlenerek patlatılıyordu. Düşman siperlerine elle ya da havan topuyla atılan bu tür bombalar ilk kez 16. yüzyılda kullanılmıştır.
El bombası denen küçük bombalar kol gücüyle 30 metre kadar uzağa fırlatılabilir. Ayrıca, özel tüfeklerle çok daha uzağa fırlatılabilen bombalar da vardır. II. Dünya Savaşı'nda denizaltılara karşı kullanılan su bombaları gemiden suya bırakılıyor ve istenilen derinliğe indiğinde patlatıyordu. Günümüzde ise, gelişmiş güdümlü su bombaları kullanılmaktadır.
Bazı bombalar gaz, duman ya da zehirli kimyasal maddelerle doldurulur. Bu tür bombalar, içindeki maddelere göre adlandırılır. Bunların başlıcaları kimyasal bomba, gaz bombası, sis bombası ya da göz yaşartıcı bombadır. Ateşlendiği anda çok büyük bir ısı açığa çıkararak çevresindeki her şeyi yakan bombalara da yangın bombası denir. Bu tür bombalarda termit ve napalm gibi son derece yanıcı maddeler kullanılır.
Havadan bombardıman
Bombaların uçaktan fırlatılması ilk kez I. Dünya Savaşı’nda gerçekleşti. Daha önce bombalar bir savaş uçağına yükleniyor ve hedefin üzerindeyken elle aşağıya atılıyordu. Kanat altlarında ya da gövdenin içindeki özel bölmelerde bomba taşıyan savaş uçakları sonradan geliştirildi. Bombardıman uçakları denen bu uçaklardan bombalar doğrudan hedefe bırakılır. İlk bombardıman uçakları 300 kg ağırlığında bombaları atabiliyordu. II. Dünya Savaşı'na girildiğinde artık her uçak en az 450-500 kilogramlık birkaç bombayı taşıyabilecek kapasitedeydi. İngiliz yapımı Lancaster bombardıman uçağı ise, 10 bin kilogramlık bir bombayı taşıyabilecek biçimde yapılmıştı. Bombalar, havanın direncini en aza indirmek için genellikle balık gövdesi biçiminde yapılır ve hedefe sapmadan ulaşması içinde kuyruk kısmına kanatçıklar takılır. Günümüzde radyo sinyalleriyle çalışan ateşleme düzenekleri sayesinde bombalar hedefe en çok zarar verebilecek yükseklikte patlatılabilmektedir.
Uçan bombalar ve roketler
II. Dünya Savaşı'nda Almanlar, bomba sınıfından sayılabilecek iki güçlü silah geliştirdiler. Bunlar V1 bombası ile V2 roketiydi. Bir uçan bomba olan V1, aslında burnun kısmında bir patlayıcı dolu bölmesi olan küçük bir jet uçağıydı. V1, otomatik pilotla hedefe ulaşmaya yetecek kadar yakıtla gönderiliyordu. Hedefin üzerinde yakıtı bitince de yere çakılarak patlıyordu. Almanlar II. Dünya Savaşı’nda 15 bin kadar V1 kullanmışlardır. V2 roketleri, yakıt olarak alkol ve sıvı oksijen kullanıyordu. Bu roketler 100 kilometre yüksekliğe çıkabiliyor ve saatte 5.000 kilometrelik bir hıza ulaşabiliyordu. V2 roketlerinin bugünkü uzun menzilli füzelerin öncüsü olduğu söylenebilir. Ama fırlatıldıktan sonra hedefe varıncaya kadar yönlendirilebilen bugünkü güdümlü bombalar ya da füzeler, çok daha gelişmiş silahlardır. Günümüzün savaş uçakları çok daha öldürücü ve şaşmaz bir duyarlıkla hedefi bulan bombalarla donatılmıştır. Gene de, birkaç nükleer başlık taşıyabilen kıtalararası balistik füzeler bütün bombardıman uçaklarından çok daha büyük yıkıma yol açabilen kapasitede silahlardır.
II. Dünya Savaşı'nda atılan atom bombası
İlk atom bombası, II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru ABD’de yapıldı. Nazi Almanya'sında da aynı konuda araştırmalar yapıldığı için atom bombasının yapımı çok gizli tutulmuştu. 1945'te Japonya’nın iki kentine atıldı. 6 Ağustos'ta Hiroşima'ya atılan ilk bomba yaklaşık 75 bin kişinin, 9 Ağustos'ta Nagasaki'ye atılan ikinci bomba da yaklaşık 39 bin kişinin ölümüne yol açtı. Atom bombasının bu yıkıcı gücü, uranyum ve plütonyum atomlarının bölünmesi sırasında açığa çıkan enerjiden kaynaklanıyordu. ABD, 1952'de atom bombasından çok daha etkili ve yıkıcı bir silah olan hidrojen bombasını geliştirdi. Hidrojen bombasının ürkütücü boyutlardaki patlama gücü, hidrojen atomlarının birleşerek helyum atomlarına dönüştüğü termonükleer tepkimeden doğar. Bir başka deyişle, hidrojen bombasının patlaması bir çekirdek kaynaşması ya da birleşmesidir (füzyon). Oysa atom bombasınınki bir çekirdek bölünmesidir (fisyon). Sovyetler Birliği, bu iki bombayı da ABD’den daha sonra geliştirdi. İlk atom bombasını 1949'da, ilk hidrojen bombasını 1953'te yaptı. İngiltere ise ilk atom bombasını 1952'de, ilk hidrojen bombasını 1957'de denedi. Daha sonra Fransa 1960'ta, Çin de 1964'te ilk atom bombalarını patlattılar . Bir tek nükleer bombadan doğan patlama dalgaları ve açığa çıkan ısı, bütün bir kenti yok edebilecek güçtedir. Çevreye yayılan radyoaktif ışınlar ya da radyasyon da bütün canlıları öldürür ya da kuşaktan kuşağa geçecek onarılmaz hasarlara yol açar. Öte yandan bu ışınlar ve rüzgârla savrulan radyoaktif tozlar, uzun süre atmosferde kalabilir ve yeniden yeryüzüne indiğinde de (radyoaktif serpinti) canlılar için sürekli bir tehlike oluşturur. Bu yıkıcı silahların kısıtlanması ve yasaklanması için 1963'ten bu yana silahsızlanma çalışmalar yürütülmüş ve bu çalışmalarda belirli bir başarı elde edilmemiştir.
Bomba, İçi patlayıcı ve yanıcı maddeyle dolu, bir ateşleme düzeniyle donatılmış, madensel küre biçiminde yokedici ateşli silah.
Bombanın yapısı
Bombalar genelde dört bölümden oluşur. Bunlar dış kılıf, bombanın havada dengeli gitmesini sağlayan kanatçıklar, tapa ve tapayı ateşlemeye yarayan düzenektir. Bombalar hedeflere değişik biçimlerde gönderilebilir. Uçaktan bırakılabilir, bir roket yardımıyla fırlatılabilir, elle atılabilir ya da hedefe önceden yerleştirilip bir zaman yaralayıcısıyla patlatılabilir. Füze ile farklıdır. Bombalarda, top mermisindeki sevk barutu gibi itici bir madde bulunmaz. Ama ilk bombalar top mermisine benziyordu ve barut doldurulmuş metal bir küre biçimindeydi. Ağır ağır yanan bir fitille ateşlenerek patlatılıyordu. Düşman siperlerine elle ya da havan topuyla atılan bu tür bombalar ilk kez 16. yüzyılda kullanılmıştır.
El bombası denen küçük bombalar kol gücüyle 30 metre kadar uzağa fırlatılabilir. Ayrıca, özel tüfeklerle çok daha uzağa fırlatılabilen bombalar da vardır. II. Dünya Savaşı'nda denizaltılara karşı kullanılan su bombaları gemiden suya bırakılıyor ve istenilen derinliğe indiğinde patlatıyordu. Günümüzde ise, gelişmiş güdümlü su bombaları kullanılmaktadır.
Bazı bombalar gaz, duman ya da zehirli kimyasal maddelerle doldurulur. Bu tür bombalar, içindeki maddelere göre adlandırılır. Bunların başlıcaları kimyasal bomba, gaz bombası, sis bombası ya da göz yaşartıcı bombadır. Ateşlendiği anda çok büyük bir ısı açığa çıkararak çevresindeki her şeyi yakan bombalara da yangın bombası denir. Bu tür bombalarda termit ve napalm gibi son derece yanıcı maddeler kullanılır.
Havadan bombardıman
Bombaların uçaktan fırlatılması ilk kez I. Dünya Savaşı’nda gerçekleşti. Daha önce bombalar bir savaş uçağına yükleniyor ve hedefin üzerindeyken elle aşağıya atılıyordu. Kanat altlarında ya da gövdenin içindeki özel bölmelerde bomba taşıyan savaş uçakları sonradan geliştirildi. Bombardıman uçakları denen bu uçaklardan bombalar doğrudan hedefe bırakılır. İlk bombardıman uçakları 300 kg ağırlığında bombaları atabiliyordu. II. Dünya Savaşı'na girildiğinde artık her uçak en az 450-500 kilogramlık birkaç bombayı taşıyabilecek kapasitedeydi. İngiliz yapımı Lancaster bombardıman uçağı ise, 10 bin kilogramlık bir bombayı taşıyabilecek biçimde yapılmıştı. Bombalar, havanın direncini en aza indirmek için genellikle balık gövdesi biçiminde yapılır ve hedefe sapmadan ulaşması içinde kuyruk kısmına kanatçıklar takılır. Günümüzde radyo sinyalleriyle çalışan ateşleme düzenekleri sayesinde bombalar hedefe en çok zarar verebilecek yükseklikte patlatılabilmektedir.
Uçan bombalar ve roketler
II. Dünya Savaşı'nda Almanlar, bomba sınıfından sayılabilecek iki güçlü silah geliştirdiler. Bunlar V1 bombası ile V2 roketiydi. Bir uçan bomba olan V1, aslında burnun kısmında bir patlayıcı dolu bölmesi olan küçük bir jet uçağıydı. V1, otomatik pilotla hedefe ulaşmaya yetecek kadar yakıtla gönderiliyordu. Hedefin üzerinde yakıtı bitince de yere çakılarak patlıyordu. Almanlar II. Dünya Savaşı’nda 15 bin kadar V1 kullanmışlardır. V2 roketleri, yakıt olarak alkol ve sıvı oksijen kullanıyordu. Bu roketler 100 kilometre yüksekliğe çıkabiliyor ve saatte 5.000 kilometrelik bir hıza ulaşabiliyordu. V2 roketlerinin bugünkü uzun menzilli füzelerin öncüsü olduğu söylenebilir. Ama fırlatıldıktan sonra hedefe varıncaya kadar yönlendirilebilen bugünkü güdümlü bombalar ya da füzeler, çok daha gelişmiş silahlardır. Günümüzün savaş uçakları çok daha öldürücü ve şaşmaz bir duyarlıkla hedefi bulan bombalarla donatılmıştır. Gene de, birkaç nükleer başlık taşıyabilen kıtalararası balistik füzeler bütün bombardıman uçaklarından çok daha büyük yıkıma yol açabilen kapasitede silahlardır.
II. Dünya Savaşı'nda atılan atom bombası
İlk atom bombası, II. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru ABD’de yapıldı. Nazi Almanya'sında da aynı konuda araştırmalar yapıldığı için atom bombasının yapımı çok gizli tutulmuştu. 1945'te Japonya’nın iki kentine atıldı. 6 Ağustos'ta Hiroşima'ya atılan ilk bomba yaklaşık 75 bin kişinin, 9 Ağustos'ta Nagasaki'ye atılan ikinci bomba da yaklaşık 39 bin kişinin ölümüne yol açtı. Atom bombasının bu yıkıcı gücü, uranyum ve plütonyum atomlarının bölünmesi sırasında açığa çıkan enerjiden kaynaklanıyordu. ABD, 1952'de atom bombasından çok daha etkili ve yıkıcı bir silah olan hidrojen bombasını geliştirdi. Hidrojen bombasının ürkütücü boyutlardaki patlama gücü, hidrojen atomlarının birleşerek helyum atomlarına dönüştüğü termonükleer tepkimeden doğar. Bir başka deyişle, hidrojen bombasının patlaması bir çekirdek kaynaşması ya da birleşmesidir (füzyon). Oysa atom bombasınınki bir çekirdek bölünmesidir (fisyon). Sovyetler Birliği, bu iki bombayı da ABD’den daha sonra geliştirdi. İlk atom bombasını 1949'da, ilk hidrojen bombasını 1953'te yaptı. İngiltere ise ilk atom bombasını 1952'de, ilk hidrojen bombasını 1957'de denedi. Daha sonra Fransa 1960'ta, Çin de 1964'te ilk atom bombalarını patlattılar . Bir tek nükleer bombadan doğan patlama dalgaları ve açığa çıkan ısı, bütün bir kenti yok edebilecek güçtedir. Çevreye yayılan radyoaktif ışınlar ya da radyasyon da bütün canlıları öldürür ya da kuşaktan kuşağa geçecek onarılmaz hasarlara yol açar. Öte yandan bu ışınlar ve rüzgârla savrulan radyoaktif tozlar, uzun süre atmosferde kalabilir ve yeniden yeryüzüne indiğinde de (radyoaktif serpinti) canlılar için sürekli bir tehlike oluşturur. Bu yıkıcı silahların kısıtlanması ve yasaklanması için 1963'ten bu yana silahsızlanma çalışmalar yürütülmüş ve bu çalışmalarda belirli bir başarı elde edilmemiştir.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Johannes Kepler
Johannes Kepler (27 Aralık 1571 - 15 Kasım 1630), Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi.
Çağdaş astronominin kurucusu sayılan Kepler 1571 yılında Almanya'nın güneyinde bulunan Weil'da doğdu. Çocukluğunda çok hasta olmasından dolayı ellerinde ve gözlerinde kalıcı bozukluk olmuştu. Buna rağmen Tübingen Üniversitesi'ne girdi ve öğrenim gördü. 1591'de yüksek lisans derecesi aldı. Graz'da matematik profesörlüğü yaptı. Bu dönemde yazdığı Mysterium Cosmographicum (Evrenin Gizleri, 1596) adlı yapıtında açıkladığı gezegen sistemiyle ünlü astronomlar arasına katıldı. 1598'de Graz'daki protestanların kenti terk etmelerinin istenmesi üzerine Kepler dönemin ünlü astronomu olan ve Prag'da devlet matematikçisi olarak çalışan Danimarkalı astronom Tycho Brahe'nin çağrısıyla Prag'a yerleşti. Tycho'nun ölümü üzerine İmparator II. Rudolf tarafından onun yerine atandı. Tycho Brahe'nin derlediği değerli astronomik gözlemlerden yararlanan Kepler, gezegenlerin hareketleriyle ilgili çalışmaları sırasında Mars'ın yörüngesini incelerken kendi adıyla anılan yasaların ilk ikisini buldu. II. Rudolf'un yerine geçen kardeşi, Kepler'i Yukarı Avusturya devletleri matematikçisi olarak atadı. Linz'de kaldığı 14 yıl içinde iki kitap yazan Kepler, burada üçüncü yasasını keşfetti. 1. yasası: Bütün gezegenler, odaklarından birinde Güneş'in bulunduğu elips biçimli yörüngeler üzerinde hareket eder. 2. yasası: Bir gezegeni Güneş'e bağlayan doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarar. 3. yasası: Gezengenlerin dolanım sürelerinin karesi ile Güneş'e olan uzaklıklarının küpünün oranı tüm gezegenler için aynıdır.
1626'da Avusturya'da Protestanlara karşı başlayan yıldırma ve baskı, Kepler'in önce Ulm, daha sonra Regensburg kentlerinde zor bir hayat sürmesine neden oldu.
1627'de Tabulae Rudophinae (Rudolf Cetvelleri) başlığı altında gezegenlerin temel tablolarını yayınladı. Kepler, astroloji gibi mistik olaylara inanmasına karşın astronomi bilimine olan büyük katkılarıyla bu bilimin çehresini değiştirdi.
1629'da Silezya'ya çağrıldı. Orada bir yıl çalıştıktan sonra, 1630 yılında Almanya'nın Regensburg kentinde öldü.
Johannes Kepler (27 Aralık 1571 - 15 Kasım 1630), Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi.
Çağdaş astronominin kurucusu sayılan Kepler 1571 yılında Almanya'nın güneyinde bulunan Weil'da doğdu. Çocukluğunda çok hasta olmasından dolayı ellerinde ve gözlerinde kalıcı bozukluk olmuştu. Buna rağmen Tübingen Üniversitesi'ne girdi ve öğrenim gördü. 1591'de yüksek lisans derecesi aldı. Graz'da matematik profesörlüğü yaptı. Bu dönemde yazdığı Mysterium Cosmographicum (Evrenin Gizleri, 1596) adlı yapıtında açıkladığı gezegen sistemiyle ünlü astronomlar arasına katıldı. 1598'de Graz'daki protestanların kenti terk etmelerinin istenmesi üzerine Kepler dönemin ünlü astronomu olan ve Prag'da devlet matematikçisi olarak çalışan Danimarkalı astronom Tycho Brahe'nin çağrısıyla Prag'a yerleşti. Tycho'nun ölümü üzerine İmparator II. Rudolf tarafından onun yerine atandı. Tycho Brahe'nin derlediği değerli astronomik gözlemlerden yararlanan Kepler, gezegenlerin hareketleriyle ilgili çalışmaları sırasında Mars'ın yörüngesini incelerken kendi adıyla anılan yasaların ilk ikisini buldu. II. Rudolf'un yerine geçen kardeşi, Kepler'i Yukarı Avusturya devletleri matematikçisi olarak atadı. Linz'de kaldığı 14 yıl içinde iki kitap yazan Kepler, burada üçüncü yasasını keşfetti. 1. yasası: Bütün gezegenler, odaklarından birinde Güneş'in bulunduğu elips biçimli yörüngeler üzerinde hareket eder. 2. yasası: Bir gezegeni Güneş'e bağlayan doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarar. 3. yasası: Gezengenlerin dolanım sürelerinin karesi ile Güneş'e olan uzaklıklarının küpünün oranı tüm gezegenler için aynıdır.
1626'da Avusturya'da Protestanlara karşı başlayan yıldırma ve baskı, Kepler'in önce Ulm, daha sonra Regensburg kentlerinde zor bir hayat sürmesine neden oldu.
1627'de Tabulae Rudophinae (Rudolf Cetvelleri) başlığı altında gezegenlerin temel tablolarını yayınladı. Kepler, astroloji gibi mistik olaylara inanmasına karşın astronomi bilimine olan büyük katkılarıyla bu bilimin çehresini değiştirdi.
1629'da Silezya'ya çağrıldı. Orada bir yıl çalıştıktan sonra, 1630 yılında Almanya'nın Regensburg kentinde öldü.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Louis Pasteur
Louis Pasteur (Lui Pastör) (d. 27 Aralık 1822 Dole, Fransa - ö. 28 Eylül 1895 Saint-Cloud, Fransa), Kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager.
Hayatı
1822'de Fransa'nın Dole kentinde doğdu. 1846'da École Normale Supérieure'ün fen fakültesini bitirdi. 1847'de fizik ve kimya dalında doktora derecesini aldı. Pasteur, bu yıllarda izomerlik, kristal yapı ve optik etkinlik konularındaki çalışmalarıyla tanınmaya başladı. 1848'de Strasbourg Fen Fakültesi yardımcı kimya profesörü oldu. 1854'te Lille Fen Fakültesi'nde kimya profesörlüğüne yükseldi. Ecole Normale'de kurulmasını istediği araştırma laboratuvarının yöneticisi tayin edildi ve 1871'de çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar; bağışıklık mekanizması ve aşı hazırlama teknikleri üzerinde çalıştı. Pasteur, kuduz köpekler üzerine yaptığı çalışmaları daha güvenli hale getirmek için 1885'te eski bir imparatorluk şatosunu gereğine uygun olarak düzenleyerek, Pasteur Enstitüsü adına yapılan ilk adımı attı.
Pasteur, Strasbourg Üniversitesindeki görevi sırasında tanıştığı Marie Laurent ile 29 Mayıs 1849 tarihinde evlendi. Bakteriyolog olarak görev yaptığı süre boyunca, tıbbın ilerlemesine büyük katkılarda bulundu. Tıp doktoru olmadığı için, doktorlardan tepki gördü. Pasteur, tepkilere rağmen çalışmalarını devam ettirdi. Pasteur, bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceği yolundaki düşüncesini sürdürdü.
Pastörizasyon
Pasteur, mayalanma olayında ve bulaşıcı hastalıklarda mikroorganizmaların sorumlu olduğunu kanıtladı. Kendiliğinden türeme teorisini çürüttü. Bu sayede şarap, bira, süt, meyve suyu gibi mayalanabilir sıvıların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan "pastörizasyon" adlı konserve yönteminin gelişmesini sağladı. Bu yöntem, sütü 63 °C'de otuz dakika süreyle ısıtmak ve daha sonra sütü hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koyarak uygulanıyordu. Buna benzer bir yöntem günümüzde (UHT) adı altında kullanılmaktadır.
Kuduz aşısı;
Pasteur'ün hastalıkların önlenmesi için Pierre Paul Émile Roux ile yaptığı çalışmalar sonucu aşı yöntemi geliştirildi. Pasteur, bu yöntemi tavşanlar üzerinde denedi. Daha sonra aşının kuduz hastalığı üzerindeki etkisini araştırmak için 11 köpek ile deney yaptı. 6 Temmuz 1885 tarihinde kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olan 9 yaşındaki Joseph Meister'a kuduz aşısını uyguladı. Bu aşıyı uygulamadan önce tıbbi doktor olmadığı için Pasteur tereddütte kalmıştı ve danıştığı kişilerin desteğiyle uygulama kararını almıştı. Çocuğun sağlık durumu iyiye gitmeye başladı ve 3 ay sonra olumlu sonuç alındı. Bu başarı sayesinde Pasteur kahraman ilan edildi. Olumlu sonuçlar sayesinde Pasteur; 1887 yılında Pasteur Enstitüsü'nü kurdu.
Louis Pasteur (Lui Pastör) (d. 27 Aralık 1822 Dole, Fransa - ö. 28 Eylül 1895 Saint-Cloud, Fransa), Kuduz aşısını bulan Fransız mikrobiyolog ve kimyager.
Hayatı
1822'de Fransa'nın Dole kentinde doğdu. 1846'da École Normale Supérieure'ün fen fakültesini bitirdi. 1847'de fizik ve kimya dalında doktora derecesini aldı. Pasteur, bu yıllarda izomerlik, kristal yapı ve optik etkinlik konularındaki çalışmalarıyla tanınmaya başladı. 1848'de Strasbourg Fen Fakültesi yardımcı kimya profesörü oldu. 1854'te Lille Fen Fakültesi'nde kimya profesörlüğüne yükseldi. Ecole Normale'de kurulmasını istediği araştırma laboratuvarının yöneticisi tayin edildi ve 1871'de çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda şarbon, tavuk kolerası ve kuduz gibi virütik hastalıklar; bağışıklık mekanizması ve aşı hazırlama teknikleri üzerinde çalıştı. Pasteur, kuduz köpekler üzerine yaptığı çalışmaları daha güvenli hale getirmek için 1885'te eski bir imparatorluk şatosunu gereğine uygun olarak düzenleyerek, Pasteur Enstitüsü adına yapılan ilk adımı attı.
Pasteur, Strasbourg Üniversitesindeki görevi sırasında tanıştığı Marie Laurent ile 29 Mayıs 1849 tarihinde evlendi. Bakteriyolog olarak görev yaptığı süre boyunca, tıbbın ilerlemesine büyük katkılarda bulundu. Tıp doktoru olmadığı için, doktorlardan tepki gördü. Pasteur, tepkilere rağmen çalışmalarını devam ettirdi. Pasteur, bakterilerin var olduklarına ve bunların hastalıklara yol açabileceği yolundaki düşüncesini sürdürdü.
Pastörizasyon
Pasteur, mayalanma olayında ve bulaşıcı hastalıklarda mikroorganizmaların sorumlu olduğunu kanıtladı. Kendiliğinden türeme teorisini çürüttü. Bu sayede şarap, bira, süt, meyve suyu gibi mayalanabilir sıvıların uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan "pastörizasyon" adlı konserve yönteminin gelişmesini sağladı. Bu yöntem, sütü 63 °C'de otuz dakika süreyle ısıtmak ve daha sonra sütü hızlı bir biçimde soğuttuktan sonra kapalı ve sterilize edilmiş şişelere koyarak uygulanıyordu. Buna benzer bir yöntem günümüzde (UHT) adı altında kullanılmaktadır.
Kuduz aşısı;
Pasteur'ün hastalıkların önlenmesi için Pierre Paul Émile Roux ile yaptığı çalışmalar sonucu aşı yöntemi geliştirildi. Pasteur, bu yöntemi tavşanlar üzerinde denedi. Daha sonra aşının kuduz hastalığı üzerindeki etkisini araştırmak için 11 köpek ile deney yaptı. 6 Temmuz 1885 tarihinde kuduz bir köpek tarafından ısırılmış olan 9 yaşındaki Joseph Meister'a kuduz aşısını uyguladı. Bu aşıyı uygulamadan önce tıbbi doktor olmadığı için Pasteur tereddütte kalmıştı ve danıştığı kişilerin desteğiyle uygulama kararını almıştı. Çocuğun sağlık durumu iyiye gitmeye başladı ve 3 ay sonra olumlu sonuç alındı. Bu başarı sayesinde Pasteur kahraman ilan edildi. Olumlu sonuçlar sayesinde Pasteur; 1887 yılında Pasteur Enstitüsü'nü kurdu.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Tevfik Fikret
24 Aralık 1867'de İstanbul'da doğan Tevfik Fikret'in asıl adı Mehmet Tevfik'tir. Çocuk yaşta annesinin ölümü, onu hayatı boyunca etkiledi. Ortaöğrenimini önce Mahmudiye Rüştiyesi'nde, sonra da Galatasaray Sultanisinde yaptı. Burada Recaizade Ekrem'in öğrencisi oldu. Duygulu kişiliği onu genç yaşlarda şiire yöneltti. 1888'de Galatasaray'ı bitirdikten sonra Hariciye Nezareti İstişare Odası'nda (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi), kâtip olarak göreve başladı. Yeterince çalışmadan para aldığı gerekçesiyle buradan ayrıldı.
Daha sonra tekrar çeşitli memurluklarda bulundu. Ek iş olarak Ticaret Mekteb-i Alisi'nde hat ve Fransızca öğretmenliği yaptı. 1891'de Mirsad Dergisi'nin açtığı şiir yarışmasında birinciliği kazanınca, edebiyat çevrelerinin dikkatini üstüne çekti. 1892'de Galatasaray Sultanisi'nin ilk bölümüne Türkçe öğretmeni atandı. 1894'te Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem Bolayır'la birlikte Malûmat Dergisi'ni çıkartmaya başladı. 1895'te hükümetin bütçede kısıntı yapma gerekçesiyle memur maaşlarının yüzde onunu kesmesine tepki olarak Galatasaray'daki görevinden istifa etti ve inzivaya çekildi.
1896'da, eski öğretmeni Recaizade Ekrem'in aracılığıyla Servet-i Fünun Dergisi'nin yazı işleri yönetmenliğine getirildi. Aynı yıl Robert Koleji'ne Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Sultan Abdülhamid yönetimine muhalif olan Batıcılar, muhalefetlerinde uzun süre başarı sağlayamayınca bu durum onları toplumdan kaçış düşüncelerine sürükledi ve Tevfik Fikret’teki "inziva" düşüncesini daha da derinleşti. Bu düşünce, Servet-i Fünun yazarlarınca da benimseniyordu.
Bir ara hepsi birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi, daha sonra Hüseyin Kâzım'ın Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler. Ama Fikret'in "Yeşil Yurt" şiirinde de açıkça görülen bu sıla ütopyası ve birlikte yaşama özlemi bir türlü gerçekleşmedi. Servet-i Fünuncular arasında görüş ayrılıkları başlamıştı. Bazıları dergiden ayrıldılar. Bir süre sonra Fikret de derginin sahibi ile anlaşamayarak yazı işleri yönetmeliğini bıraktı. Bütün zamanını Robert Koleji'nde geçirmeye başladı. 1901'de "inziva" düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Rumelihisarı'nda Robert Koleji'nin yanında, planlarını kendisinin çizdiği Aşiyan adlı evi yaptırmaya başladı.
Bugün Tevfik Fikret Müzesi olan Aşiyan, 1905'de tamamlandı. Fikret, eşi ve oğlu Haluk'la birlikte buraya yerleşti. Çok az insanla görüşüyordu. "Sis", "Sabah Olursa", "Bir Lahza-i Taahhur" bu dönemin ürünleridir. Bu arada babasının, arkasından da, kızkardeşinin hayatlarını kaybetmesi onu çok etkiledi. Bu döneminde, özgürlük getireceğine inandığı İttihat ve Terakki'yi destekliyordu. 1908'de de, II.Meşrutiyet'in ateşli savunucuları arasına katıldı. Meşrutiyet'ten sonra "inziva"sından çıktı, eski arkadaşlarıyla barışarak, Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin Gazetesi'ni kurdu. Ama, gazete İttihat ve Terakki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıkıp, Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı.
Yeni yönetimin önerdiği maarif nazırlığı görevini de geri çevirdi. Bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref’in çağrısıyla, Galatasaray Sultanisi'nin müdürü oldu ve bir süre önce yanmış olan okulun onarımını üstlendi. Bu arada, toplantı salonunu mescitin üstüne yaptırdığı gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradı. O günlerde 31 Mart Olayı patlak verdi. Fikret, olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi gün de istifa etti. Ancak öğrencilerin ve maarif nazırı Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Ama sekiz ay sonra, yeni maarif nazırı Emrullah Efendi'yle anlaşamayarak bir daha dönmemek üzere Galatasaray'dan ayrıldı.
Darülmuallim ve Darülfünun'daki görevlerinden de istifa etti ve yeniden Aşiyan'a çekildi. Artık, İttihat ve Terakki İktidarı'na da muhalif olmuştu. 1912'de Meclis'in kapatılması üzerine, bu olayı Meclis'in 1878'de kapatılmasına benzeterek "Doksan Beşe Doğru" şiirini yazdı. Bunu "Han-ı Yağma", "Sancak- Şerif Huzurunda" gibi şiirler izledi. İttihat ve Terakki'nin fedailerince izlenmeye başlandı. Modern pedagoji ilkelerine uygun bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkartmak gibi tasarıları olduysa da bunları gerçekleştiremedi.
O günlerde, ağır şeker hastalığına yakalanmış olduğu anlaşıldı. 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi. Tedaviye yanaşmaması sonucunda hastalığı iyice artarak ölümüne neden oldu. 19 Ağustos 1915'te İstanbul’da öldü.
24 Aralık 1867'de İstanbul'da doğan Tevfik Fikret'in asıl adı Mehmet Tevfik'tir. Çocuk yaşta annesinin ölümü, onu hayatı boyunca etkiledi. Ortaöğrenimini önce Mahmudiye Rüştiyesi'nde, sonra da Galatasaray Sultanisinde yaptı. Burada Recaizade Ekrem'in öğrencisi oldu. Duygulu kişiliği onu genç yaşlarda şiire yöneltti. 1888'de Galatasaray'ı bitirdikten sonra Hariciye Nezareti İstişare Odası'nda (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi), kâtip olarak göreve başladı. Yeterince çalışmadan para aldığı gerekçesiyle buradan ayrıldı.
Daha sonra tekrar çeşitli memurluklarda bulundu. Ek iş olarak Ticaret Mekteb-i Alisi'nde hat ve Fransızca öğretmenliği yaptı. 1891'de Mirsad Dergisi'nin açtığı şiir yarışmasında birinciliği kazanınca, edebiyat çevrelerinin dikkatini üstüne çekti. 1892'de Galatasaray Sultanisi'nin ilk bölümüne Türkçe öğretmeni atandı. 1894'te Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem Bolayır'la birlikte Malûmat Dergisi'ni çıkartmaya başladı. 1895'te hükümetin bütçede kısıntı yapma gerekçesiyle memur maaşlarının yüzde onunu kesmesine tepki olarak Galatasaray'daki görevinden istifa etti ve inzivaya çekildi.
1896'da, eski öğretmeni Recaizade Ekrem'in aracılığıyla Servet-i Fünun Dergisi'nin yazı işleri yönetmenliğine getirildi. Aynı yıl Robert Koleji'ne Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Sultan Abdülhamid yönetimine muhalif olan Batıcılar, muhalefetlerinde uzun süre başarı sağlayamayınca bu durum onları toplumdan kaçış düşüncelerine sürükledi ve Tevfik Fikret’teki "inziva" düşüncesini daha da derinleşti. Bu düşünce, Servet-i Fünun yazarlarınca da benimseniyordu.
Bir ara hepsi birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi, daha sonra Hüseyin Kâzım'ın Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler. Ama Fikret'in "Yeşil Yurt" şiirinde de açıkça görülen bu sıla ütopyası ve birlikte yaşama özlemi bir türlü gerçekleşmedi. Servet-i Fünuncular arasında görüş ayrılıkları başlamıştı. Bazıları dergiden ayrıldılar. Bir süre sonra Fikret de derginin sahibi ile anlaşamayarak yazı işleri yönetmeliğini bıraktı. Bütün zamanını Robert Koleji'nde geçirmeye başladı. 1901'de "inziva" düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Rumelihisarı'nda Robert Koleji'nin yanında, planlarını kendisinin çizdiği Aşiyan adlı evi yaptırmaya başladı.
Bugün Tevfik Fikret Müzesi olan Aşiyan, 1905'de tamamlandı. Fikret, eşi ve oğlu Haluk'la birlikte buraya yerleşti. Çok az insanla görüşüyordu. "Sis", "Sabah Olursa", "Bir Lahza-i Taahhur" bu dönemin ürünleridir. Bu arada babasının, arkasından da, kızkardeşinin hayatlarını kaybetmesi onu çok etkiledi. Bu döneminde, özgürlük getireceğine inandığı İttihat ve Terakki'yi destekliyordu. 1908'de de, II.Meşrutiyet'in ateşli savunucuları arasına katıldı. Meşrutiyet'ten sonra "inziva"sından çıktı, eski arkadaşlarıyla barışarak, Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin Gazetesi'ni kurdu. Ama, gazete İttihat ve Terakki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıkıp, Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı.
Yeni yönetimin önerdiği maarif nazırlığı görevini de geri çevirdi. Bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref’in çağrısıyla, Galatasaray Sultanisi'nin müdürü oldu ve bir süre önce yanmış olan okulun onarımını üstlendi. Bu arada, toplantı salonunu mescitin üstüne yaptırdığı gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradı. O günlerde 31 Mart Olayı patlak verdi. Fikret, olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi gün de istifa etti. Ancak öğrencilerin ve maarif nazırı Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Ama sekiz ay sonra, yeni maarif nazırı Emrullah Efendi'yle anlaşamayarak bir daha dönmemek üzere Galatasaray'dan ayrıldı.
Darülmuallim ve Darülfünun'daki görevlerinden de istifa etti ve yeniden Aşiyan'a çekildi. Artık, İttihat ve Terakki İktidarı'na da muhalif olmuştu. 1912'de Meclis'in kapatılması üzerine, bu olayı Meclis'in 1878'de kapatılmasına benzeterek "Doksan Beşe Doğru" şiirini yazdı. Bunu "Han-ı Yağma", "Sancak- Şerif Huzurunda" gibi şiirler izledi. İttihat ve Terakki'nin fedailerince izlenmeye başlandı. Modern pedagoji ilkelerine uygun bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkartmak gibi tasarıları olduysa da bunları gerçekleştiremedi.
O günlerde, ağır şeker hastalığına yakalanmış olduğu anlaşıldı. 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi. Tedaviye yanaşmaması sonucunda hastalığı iyice artarak ölümüne neden oldu. 19 Ağustos 1915'te İstanbul’da öldü.


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Edebiyat
Edebiyat veya yazın; olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade etme sanatıdır.
Etimoloji
Edebiyat kelimesi Arapça adabiyyāt أدبيّات kelimesinden gelir. Kelime Adb kökünden gelen ve 1. görgü, terbiye, konuk ağırlama adabı, 2. yaşam tarzına ilişkin hikaye ve gözlemlerden oluşan anlamlarına gelen adab أدب kelimesinin çoğul halidir.
Türkçede edebiyat kelimesi Tanzimat Dönem'inde kullanılmaya başlanmıştır. Bundan önce önce ilm-i edeb, şiir ve inşa gibi terimler kullanılmaktaydı.[kaynak belirtilmeli] Edebiyat kelimesi ilk defa Şinasi ve Namık Kemal'in yazılarında kullanılmıştır. Edebiyat kelimesi Fransızca littérature sözcüğünün Türkçesi olarak düşünülmüş ve kullanılmıştır. Fransızca kelime Latince harf anlamına gelen littera sözcüğünden türetilmiş litteratura kelimesine dayanır.
Tanımı
Edebiyatın edebiyatçılar tarafından ortak bir kanıya varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Edebiyat tanımlanması Platon'un Devlet eserinden günümüze kadar sürmektedir. Platon, edebiyatın genel anlamı ile hayatı yansıması olarak tanımlamış ve bu betim günümüze kadar yaşarlığını korumuştur. Fransız roman yazarı Stendhal "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.", Georgi Plehanov ise "Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır" demiştir. Bu tanımlamaları M. Parkhomenko ve A. Myasnikov "Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. Bu benzetmenin yanlışlığı, on dokuzuncu yüzyıl klasiklerinin bile gözünden kaçmamıştır. Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru çok inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir." şeklinde eleştirmişlerdir.
Boris Suchkov ise iki fikrin sentezi "Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının varolabilmesinin temel koşulu ve hayatî öğesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez..." tanımını oluşturmuştur.
İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton "Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz" demiştir.
Edebiyat kuramları
Edebiyatın sınırları önceden belirlenmiş form ve kurallara göre tasarlanarak oluşturulan bir üretim mi yoksa baştan tasarlanamayan üretim sırasında bilinçaltı ve geçmiş tecrübelerin ışığında oluşturulan özgün bir yaratı mı olduğu Eski Yunan'da bu yana tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öyleyse edebi metnin üretimini sorgulayan iki ana görüş vardır
Kurgucu anlayış
İlk temsilcisi Aristoteles olup, ünlü düşünür Poetika adı çalışmasında tragedyayı enine boyuna incelerken kurguyu ön plana çıkararak,sanatsal dışavurumu ikinci plana atmıştır.
Dışavurumcu anlayış
MS. 1. yüzyılda Eski Romalı düşünür Longinus Peri Hypsous (Yücelik Üzerine) adlı çalışmasında bir yapıtın sanatsal değerinin içindeki coşku miktarı ile ölçülebileceğini iddia ederek kurgucu anlayışı reddetmiştir. 20. yüzyıl'dan itibaren her iki anlayışın ortaklaşa yansıtıldığı eserler üretilmiştir. Söz gelimi James Joyce’un Ulysses adlı romanı hem kusursuz bir kurguya sahip hem de dışavurumun yoğun kullanıldığı devrimci bir çalışma olarak dikkat çekmektedir.
Edebiyatta gerçeklik
Bazı edebiyat eserlerinde gerçeklik, kurmaca gerçeklik şeklindedir. Eseri ortaya koyan sanatçı gerçek hayattan esinlendiği olaylar ya da fikirler ile kendi kafasındakileri harmanlar. Bunun sonucunda eserler hem gerçek hayattan, hem de sanatçının duygu, düşünce ve hayallerinden izler taşır.
Edebiyat türleri
Şiir
Hikaye
Drama
Efsane
Deneme
Roman
Diğer anlatım türleri
Edebiyat veya yazın; olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade etme sanatıdır.
Etimoloji
Edebiyat kelimesi Arapça adabiyyāt أدبيّات kelimesinden gelir. Kelime Adb kökünden gelen ve 1. görgü, terbiye, konuk ağırlama adabı, 2. yaşam tarzına ilişkin hikaye ve gözlemlerden oluşan anlamlarına gelen adab أدب kelimesinin çoğul halidir.
Türkçede edebiyat kelimesi Tanzimat Dönem'inde kullanılmaya başlanmıştır. Bundan önce önce ilm-i edeb, şiir ve inşa gibi terimler kullanılmaktaydı.[kaynak belirtilmeli] Edebiyat kelimesi ilk defa Şinasi ve Namık Kemal'in yazılarında kullanılmıştır. Edebiyat kelimesi Fransızca littérature sözcüğünün Türkçesi olarak düşünülmüş ve kullanılmıştır. Fransızca kelime Latince harf anlamına gelen littera sözcüğünden türetilmiş litteratura kelimesine dayanır.
Tanımı
Edebiyatın edebiyatçılar tarafından ortak bir kanıya varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Edebiyat tanımlanması Platon'un Devlet eserinden günümüze kadar sürmektedir. Platon, edebiyatın genel anlamı ile hayatı yansıması olarak tanımlamış ve bu betim günümüze kadar yaşarlığını korumuştur. Fransız roman yazarı Stendhal "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.", Georgi Plehanov ise "Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır" demiştir. Bu tanımlamaları M. Parkhomenko ve A. Myasnikov "Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. Bu benzetmenin yanlışlığı, on dokuzuncu yüzyıl klasiklerinin bile gözünden kaçmamıştır. Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru çok inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir." şeklinde eleştirmişlerdir.
Boris Suchkov ise iki fikrin sentezi "Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının varolabilmesinin temel koşulu ve hayatî öğesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez..." tanımını oluşturmuştur.
İngiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton "Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz" demiştir.
Edebiyat kuramları
Edebiyatın sınırları önceden belirlenmiş form ve kurallara göre tasarlanarak oluşturulan bir üretim mi yoksa baştan tasarlanamayan üretim sırasında bilinçaltı ve geçmiş tecrübelerin ışığında oluşturulan özgün bir yaratı mı olduğu Eski Yunan'da bu yana tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Öyleyse edebi metnin üretimini sorgulayan iki ana görüş vardır
Kurgucu anlayış
İlk temsilcisi Aristoteles olup, ünlü düşünür Poetika adı çalışmasında tragedyayı enine boyuna incelerken kurguyu ön plana çıkararak,sanatsal dışavurumu ikinci plana atmıştır.
Dışavurumcu anlayış
MS. 1. yüzyılda Eski Romalı düşünür Longinus Peri Hypsous (Yücelik Üzerine) adlı çalışmasında bir yapıtın sanatsal değerinin içindeki coşku miktarı ile ölçülebileceğini iddia ederek kurgucu anlayışı reddetmiştir. 20. yüzyıl'dan itibaren her iki anlayışın ortaklaşa yansıtıldığı eserler üretilmiştir. Söz gelimi James Joyce’un Ulysses adlı romanı hem kusursuz bir kurguya sahip hem de dışavurumun yoğun kullanıldığı devrimci bir çalışma olarak dikkat çekmektedir.
Edebiyatta gerçeklik
Bazı edebiyat eserlerinde gerçeklik, kurmaca gerçeklik şeklindedir. Eseri ortaya koyan sanatçı gerçek hayattan esinlendiği olaylar ya da fikirler ile kendi kafasındakileri harmanlar. Bunun sonucunda eserler hem gerçek hayattan, hem de sanatçının duygu, düşünce ve hayallerinden izler taşır.
Edebiyat türleri
Şiir
Hikaye
Drama
Efsane
Deneme
Roman
Diğer anlatım türleri


[right]Arif YAMAN[/right]
- ustax66
- Sığınak Fedaisi
- Mesajlar: 3955
- Kayıt: 29 Ara 2009 22:45
- Sunucu: Eminönü
- Klan: Arzın Çocukları
- Lonca: Raiders Of Anatolia
Re: ***Börteçine Loncası İletişim Sayfası**(Yeni)
Mehmet Akif Ersoy
Mehmet Âkif Ersoy (doğum adı: Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936), baba tarafından Arnavut[1] asıllı olan Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve siyasetçi.
Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı'nın yazarıdır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" ünvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almıştır.
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı'nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.
Eserleri
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklâl Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".
Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.
Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahatını bir araya getirir. 1943'teki toplu basımının sonuna Akif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.
Mehmet Âkif Ersoy (doğum adı: Mehmet Ragif, 20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936), baba tarafından Arnavut[1] asıllı olan Cumhuriyet Dönemi şairi, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi ve siyasetçi.
Mehmet Âkif Ersoy, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı'nın yazarıdır. "Vatan Şairi" ve "Milli Şair" ünvanları ile anılır. Çanakkale Destanı, Bülbül, Safahat en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil'ür-Reşad) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak 1. TBMM'de yer almıştır.
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri'ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı'nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.
Eserleri
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklâl Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm".
Kitap: Safahat (1911) - 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
Kitap: Hakkın Sesleri (1913) - Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir. Ateizme, ırkçılığa, umutsuzluğa çatılmaktadır.
Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914) - Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder. Tembellik, irtica (gericilik), batı taklitçiliği eleştirilir.
Kitap: Hatıralar (1917) - Âkif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.
Kitap: Asım (1924) - Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir. Eğitim-öğretim, ırkçılık, savaş vurgunculuğu, batıcılık, gibi pek çok konudan bahseder.
Kitap: Gölgeler (1933) - 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.
Kitap: Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) - 6 Safahatını bir araya getirir. 1943'teki toplu basımının sonuna Akif'in hayattayken basılmamış şiirlerini içeren Damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından bir araya getirilmiş 16 manzumeden ibaret Son Safahat başlıklı bölüm eklenmiştir.


[right]Arif YAMAN[/right]