Re: FORUM OYUNU (anka 'dan ) :P
Gönderilme zamanı: 20 Haz 2011 10:25
gönderen SCaRyx
ManDa
Manda Yaşadığı yerler: Tropik ve subtropik iklim bölgelerinde. Güney Asya, Afrika, Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Türkiye'de yaygındır. Özellikleri: Su kenarlarında yaşar. Öküzden kuvvetlidir. Geviş getirir. Ömrü: 22 yıl kadar. Çeşitleri: Evcil ve yabanileri vardır.
Çiftparmaklılar takımının boynuzlugiller familyasından bir memeli, Sığıra benzemekle beraber ondan daha iri yapılıdır. Derisi siyah olup, az da olsa uzun ve seyrek kıllarla kaplıdır. Kuyruğunun ucunda bulunan püskülündeki kıllar, derisindekilere nisbeten daha serttir. Geviş getiren bir memelidir. Umumiyetle, boyları iki m, yükseklikleri ise 1,5 m kadar olan mandaların başı, aşağı doğru düşük vaziyettedir. Su ve çamura yatmaktan çok hoşlanır. Böğürtü şeklinde ses çıkarır. Vücutlarına sıvanan çamur, bu hayvanları, harici asalaklardan muhafaza eder. Tropik ve subtropik iklim bölgelerinde yaşarlar. Evcil ve yabanileri bulunur. Amerika bizonuna “bufalo” veya Amerika mandası da denir. Akdeniz bölgesinde (Doğu Avrupa, Anadolu ve Ortadoğu'da) evcil türleri, Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya'da (özellikle Hindistan'da) yabanileri, yaygındır. Hindistan yabani mandasının ağırlığı, bir tondan fazla olup, yaklaşık iki metre yükseklikte ve boynuz uzunluğu ise 1,5 m civarındadır. Erkeği, bir filin hakkından gelecek kadar cesur ve kuvvetlidir. Avlanması kaplan kadar tehlikelidir. Yabani mandalar 10-20'lik sürüler halinde bataklık ve su kenarlarında yaşarlar ve gece otlarlar. Bunların içinde Hindistan yabani mandası, Seylan yabani mandası en Ünlülarıdır. Dünyada bulunan (tahmini olarak) 78 milyon evcil mandanın yaklaşık 45 milyonu Hindistan'da bulunmaktadır.
Evcil mandalar, yük taşımak, et, süt ve derisinden istifade edilmek için beslenir. Dünyadaki bütün evcil mandalar iki ana ırktan gelmektedir. Bunlar, bataklık mandası ve ırmak mandasıdır. Güney Asya'da yaygın olan bataklık mandası, oldukça güçlüdür. Buna karşılık güneşte uzun müddet kalamaz. Tükiye'de, Doğu Avrupa ve Ortadoğu'da bulunan ırmak mandası kuru otlaklarda ve nisbeten duru sularda yaşar. Mandanın bol yıkanması ve çamura batması sağlıklı olması için şarttır. Eti pek fazla makbul değildir. Sütü, inek ve koyun sütüne göre daha yağlıdır. Derisi köseleciklikte kulanılır.
Üremeleri, 10 ay süren bir gebelik sonunda doğurduğu bir (nadiren iki) yavru ile olur. Manda yavrusuna Anadolu'nun çeşitli yörelerinde “balak” veya “malak”; mandaya ise “camız” veya “dombay” derler. Doğum umumiyetle mart-mayıs (bahar) aylarında olur. Yavru yaklaşık dört senede erginleşir.
Re: FORUM OYUNU (anka 'dan ) :P
Gönderilme zamanı: 20 Haz 2011 10:37
gönderen SCaRyx
Yermük Savaşı
Yermük Savaşı Halid bin Velid komutasındaki İslam ordusunun Yermük'te Bizanslılarla yaptığı muharebe. Hazret-i Ebu Bekr, Halid bin Velid'i Irak'ın fethiyle görevlendirdikten sonra, Şam ve civarı için de ayrı bir ordu hazırlığına başladı. Hicretin 12. yılının sonlarına doğru Amr bin as, Yezid bin Ebi Süfyan, Ebu Ubeyde bin Cerrah ve Şurabbil bin Hasene gibi dört büyük komutan seçti. Bu komutanların her biri savaş alanına istedikleri yoldan gidecekti.
Bizans İmparatoru Heraklius, İslam ordusunun Şam'a yürüdüğünü haber alınca Humus'a gelerek savaş hazırlığına başladı. İslam ordularını dört komutanın idare edeceğini öğrenince onlarla ayrı ayrı savaşacağını düşünerek memnun oldu. Çünkü her birliğin karşısına birkaç kat fazla askerle çıkacak kadar sayı üstünlüğüne sahipti. Bizanslıların niyetini öğrenen İslam komutanları aralarında mektupla istişare ettiler. Amr bin as “Ayrılıktan zaaf, birlikten kuvvet doğar.” prensibinden hareketle tek cephede savaşmalarının uygun olacağını belirtti. Onun bu görüşünü diğer komutanlar da benimsediler ve durumu hazret-i Ebu Bekr'e bildirdiler. Hazret-i Ebu Bekr, görüşün muvafık olduğunu belirtip savaş yeri olarak Yermük'ü seçmelerini istedi.
Müslümanların Yermük'te toplandığını duyan Heraklius da komutanlarına haber göndererek orada toplanmalarını emretti. Hıristiyan ordusu 240.000 kişiden mürekkepti. Bu sırada hazret-i Ebu Bekr Irak'ta kesin zafer kazanan Halid bin Velid hazretlerine de Yermük'teki orduya katılmasını emretti. Halid bin Velid'in emrindeki kuvvetlerle Yermük'te orduya katılmasından sonra İslam askerinin sayısı 46.000'e ulaştı.
Halid bin Velid savaş alanına girdiğinde, İslam ordusunun dört ayrı komutanın idaresinde yan yana, fakat ayrı ayrı cephede savaşa hazırlandığını gördü. Bizans ordusunun tam bir savaş düzeni içinde ve İslam askerlerinin parçalarını birbirinden ayırmak ve öldürücü darbeyi vurmak üzere ustaca dizildiğini anladı. Öteki dört komutanla bir araya geldiklerinde onlara şöyle dedi:
“Bu savaş bir ölüm kalım meselesidir. Böyle bir günde övünme, büyüklük taslama kimseye yakışmaz. Allah rızası için savaşıyoruz. Savaşta ihlastan ayrılmayalım. Bu savaş geleceği tayin edecek, başarılı olursak, yarın da zafer bizimdir. Yenilirsek bir daha kendimize gelemeyiz. Yanlış bir savaş düzeni kurmuşsunuz. Hazret-i Ebu Bekr böyle yaptığınızı bilse mani olur. Her komutan kendi birliğini değil, bütün İslam ordusunu idare etsin ve bu sıra ile olsun. Bugün biriniz, yarın diğeriniz orduya komuta etsin. İlk günü bana bırakın.” dedi.
Halid bin Velid'in askeri dehasını bilen komutanlar onun sözlerini severek kabul ettiler.
Halid bin Velid, orduyu görülmemiş bir savaş düzenine soktu. Birlikleri her biri biner kişiden mürekkep 38 kerdusa (bölük) ayırdı. Merkezde on sekiz kerdus, sağda ve solda onar kerdus bıraktı. Merkezi Ebu Ubeyde, sağ kanadı Amr bin as ve Şurahbil, sol kanadı da Yezid bin Ebi Süfyan komutasına verdi. Ebu Süfyan bin Harb yaptığı konuşmalarla askerin moralini yükseltiyordu. Savaş başlayacağı sırada bir asker Halid bin Velid'e yaklaşarak; “Şu düşman askerine bak, ne kadar çok.” dedi. Halid bin Velid ona; “Savaşı çok olan değil, bilen kazanır. Allahü tealanın yardımı bize yeter.” diye cevap verdi.
Yermük Harbi, tarihte eşine ender rastlanan çarpışmalara ve kahramanlıklara sahne oldu. Halid bin Velid, birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti. Öyle ki, bir ara kendisini Bizans süvarileriyle piyadelerin arasında buldu. Bu ani taarruz karşısında düşman şaşkına döndü. Bizans atları, ürküp savaş alanının dışında dar bir geçide doğru kaçmaya başladılar. Fırsatı değerlendiren İslam birlikleri Bizans piyadelerinin üzerine toplu olarak hücuma geçtiler. Bu hücum onlara ölüm darbesi oldu. Vakusa Vadisine doğru gerilemeye başlayan Bizans askerleri birbirlerini çiğneyerek derin hendeklere döküldüler. Kaynakların ifadelerine göre hendeklerde 120.000 Bizanslı öldü. Ayrıca savaş sırasında ölenler de az değildi. Savaş gece geç saatlere kadar sürdü. Bizans karargahı Müslümanların eline geçti.
İslam askerlerinden şehit olanların sayısı ise 3000 civarındaydı. Yaralıların sayısı ise oldukça fazlaydı. Bu savaşta İslam kadınları da geri hizmetlerde cansiperane çalıştılar. Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan imparator Heraklius, ikamet ettiği Humus'tan uzaklaşırken; “Elveda sana Suriye, ebediyen elveda!” diyordu. Gerçekten de bu savaşla birlikte Irak, Şam ve Suriye tamamiyle Müslümanların eline geçmiş oldu.
Ömrü cihad etmekle geçen Halid bin Velid hazretleri ömrünün son günlerinde şehit olamamanın üzüntüsü içinde eski günleri yad ederken bir ara yanındakilere; “Ahhh! Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük! Şiddetli bir yağışın olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğinde baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah! Yermük Harbi... 3000 yiğitle, 100.000 kafire karşı zafer kazandığımız Mute'yi bile unutturdu. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin. Şimdi kendimi at kişnemeleri arasında Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermük Vadisinde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazada diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim!” demiştir.
Yermük zaferinden sonra İslam ordusu, çeşitli bölgelere ayrıldılar. Amr bin as komutasında bir kısım birlikler Filistin tarafının fethine yöneldiler. Bu sırada Heraklius'un ana bir kardeşi Artabun isimli zalim birisi burada valiydi. Topladığı ordu yüz binleri aşıyordu. Amr bin as çeşitli taktikler uyguladıysa da netice alamadı. Sonunda Ecnadin'de iki ordu karşılaştı. Amr bin as kendinden sayıca üstün bu Bizans kuvvetlerini büyük bir hezimete uğrattı. Neticede Filistin ve civarı kolayca fethedildi. Bazı kaynaklarda Ecnadin zaferinin Yermük'ten önce olduğu da zikr edilmektedir.
Re: FORUM OYUNU (anka 'dan ) :P
Gönderilme zamanı: 20 Haz 2011 10:41
gönderen SCaRyx
İlham
İlham nedir?
İlham ne demektir? Dini açıdan ilhamın bir bağlayıcılığı var mıdır?
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir
Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8 âyette geçer Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur (Şems, 8-10)
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir
İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır
Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır
İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:
“İlham, vicdanda ani bir surette belirir Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur” (Gölcük, s 291)
Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın” (İskenderanî, s 130)
İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu” (Bursevî, IV, 193)
Menar tefsirinde ise, “Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir” ifadeleriyle, ilhamın, çok özel bir bilgi türü olduğu vurgulanır (Abduh, VII, 422-423)
Fakat gayb, derece derecedir Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir Denizin ta dibindeki cisim görünmez Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir
Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler
Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir
Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve yaratıcı muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler
“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır Her şeye o zaviyeden bakarlar Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar
Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler
Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır
İlham ne derece bağlayıcıdır?
İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir
Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar
“Müellif bununla “İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir” manasını murad etmiştir Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir” (Taftezanî, s13-14)
Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler” (Çelebi, s 249)
Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar
Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder Nitekim Hz Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır
Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır
Anlatılır ki, Hz Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur
“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” (En’am, 121) Yani, vesvese yoluyla ilham ederler Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar (İbnu Kesir, II, 170)
Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar
“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi,
“Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik” (Meryem, 83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur İmansızlar şeytaneti sever Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer” (Yazır, III, 2148)
Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz
Vahiy – ilham farkı
Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir Şöyle ki:
1- İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir
2- Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir Melekte hata ihtimali yoktur Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir
3- Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir
4- Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır
5- Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır İlham ise, gölgelidir Renkler karışır İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir