Yazıma başlamadan önce, bu çalışmaların yapılmasını sağlayan loncam Meclis-i Ayan'a teşekkürlerimi sunuyorum. Bu satırların her birinde emeği geçmiş dostlarım, abilerim, ablalarım var. Ayrıca oyunumuzun metin yazarı Gorgar da muhteşem işler başarmış. Yaptığım alıntılar tamamen Gorgar'ın yazdığı oyun metinleridir.
Hepinize tekrardan selamlar, eğer okumadıysanız öncelikle şu yazıları okumalısınız:
Karaköy Senaryo Bölüm 1 - Ruh Taşları, Ruh Seyehati, Ruh Sineması
Karaköy Senaryo Bölüm 2 - Laboratuvar ve Sonsuzluk
Hepinize tekrardan selamlar, eğer okumadıysanız öncelikle şu yazıları okumalısınız:
Karaköy Senaryo Bölüm 1 - Ruh Taşları, Ruh Seyehati, Ruh Sineması
Karaköy Senaryo Bölüm 2 - Laboratuvar ve Sonsuzluk
*
*
*
*
*
Yarın ufuk grimsi pembe olur belki, pembemsi griden iyidir her şekilde...
Karaköy Senaryo Bölüm 3 - Fehim'in Sırrı - Grimsi Pembe
En son kabloların gittiği odayı bulmuş ve buranın bir iletişim merkezi olduğunu anlamıştık. Duvardaki çizimi incelediğimizde bu odanın tam olarak Mansur Bey heykelinin arkasındaki antenin altı olduğunu anlıyoruz. İşin boyutu her geçen saniye artıyor. Tezgah büyük. Bu tamamen GRC'nin işi. Üstelik Hakir de işin içinde. Bu ne demek biliyor musunuz? Karaköy'deki 2 büyük klan: Gizit ve Galata. Her ikisi de ortak bir çıkar peşinde. Ama ne?
Kafamız allak bullak. Koskoca laboratuvarı yok ettik, herkesi öldürdük bu yüzden mi bu bunaltı? Hayır, bu güne kadar neler gördük, neler yaşadık; kendine gel! Ama bu... Bu iş diğerleri gibi değil. Bir pislik var... Aklımıza Perihan Hanım'ın mektubu geldi. Ceset kokusu ve havasızlık bunaltıyı arttırıyor. Dışarı çıkmalı...
Kafamızdaki soru işaretleri ve içgüdüsel bir bunaltı ile Mansur Bey heykelinin önüne geliyoruz.
Antenli binaya daha dikkatli bir bakış attıktan sonra Umut Dergisi'nin önüne yürüyoruz. Artık Derin'in yanına çıkamayız. Bu onu da tehlikeye atmak olur. Rağmen'den boş bir zarf alıyoruz. Perihan Hanım'ın mektubunu ve Yılan'ın bir kaç fotoğrafını Derin'e göndermek üzere zarfa koyuyoruz. İçten içe gülümseyerek bir not düşüyoruz:
"Haklıydın... Acemi muhabirden en "Derin" sevgiler, her şey için teşekkürler..." Zarfı posta kutusuna atıyoruz.
Bir kez daha dönüp Umut Dergisi'ne bakıyoruz ve derin bir iç çekiyoruz. Son bir kaç hesap kaldı. Yavaş yavaş GRC'ye doğru ilerliyoruz.
Asansörü çağırıyor ve Fehim'in yanına çıkıyoruz.
Fehim çıkarttığımız karışıklıkların pek hayra alamet olmadığını ama Yılan'ı bulmamızın onu etkilediğini fakat yine de Rats Club'ın bölmelerine sızmamızın ömrümüzü kısaltacak hamleler olduğunu söylüyor. Daha sözü bitmeden ağzımızdan kelimeler dökülüyor:
"Sizin için ölüyorlar değil mi? Kliniteki fare adamlar..."
Fehim'in gözü normal bir insanın anlayamayacağı bir hızla seyiriyor. Gerginliğini büyük bir profesyonellikle gizliyor. Beklediğinden çok daha fazlasını öğrendiğimizi ve bizi hafife aldığını söylüyor ve anlatmaya başlıyor:
"Evet herkes üremenin peşinde... Yaşlandıkça paniğe kapılırsın, tohumlarından ve yumurtalarından medet umarsın, basit ve ucuz çiftleşmelerle ismini sonsuzluğa kazıdığını sanarsın. Peki ama kendin devam edebilecek olsan; bunu çok umursar mıydın?"
Sözlerine klasik üremenin sonsuzluğa çözüm olmadığı, aksine böyle bir dünyaya yeni bireyler getirmenin akçaklık olduğunu söylereyek devam ediyor. Ölümsüzlüğün ancak gerçek anlamda olduğu zaman bu tanımı karşıladığını söylüyor. Bu bayağılığa son verdiklerini ve müşterilerine sonsuzluğu vaad ettiklerini belirtiyor.
Hakir'in bunu kullanıp kullanmadığını soruyoruz. O da Hakir'in hiç bir Gizit üyesini GRC işlerine bulaştırarak kirletmek(!) istemediğini söylüyor. (Burada gülümsüyor.) Hakir'in yardım etme sebebinin farklı olduğunu ve konunun Hakir'i bile aştığını belirtiyor.
Sonsuzluk için konak üretip onların ölümlerini izlemenin nasıl bir ruh hastalığı olduğunu soruyoruz. Fehim cevaplıyor:
"Yanılıyorsun dostum, tamamı zengin ve iyi yerlerde bulunan müşterilerin harika hayatlarını sürüyor onlar. Benim yaşadığım yaşamın aynısını veriyorum konağıma, bütün ayrıcalıklarıma, bütün sırlarıma sahip... Onlardan bir şey esirgenmiyor, ben biftek yerken o da yiyor, en kaliteli müziği dinlerken onun da tüyleri diken diken oluyor, ben bütün kıyameti avucumda tutarken o da aynı duyguları hissediyor. O benden daha az ben değil."
Bunların neresinin kötü olduğunu, vicdanının çok rahat olduğunu ve o farelerin normalde yaşayacakları hayatın çok daha iyisini yaşadğıklarını ve zamanları gelince öldüklerini söylüyor ve ekliyor:
"Gerçek ruh hastalığı, sadece merakını tatmin etmek için sığınak basıp bir sürü güvenlik görevlisini acımasızca öldürmek olabilir mi acaba?"
Bu esnada dışarıdaki propaganda kulelerinin tamamında Hakir'in sesinden duyuru yapılmaya başlanıyor:
"Bütün Karaköy'ün dikkatine! Teşkilat'ın bir soytarısı, çok önemli bir tıbbi problemimiz olan üreme sorununa yönelik araştırmaları sabote etmiş ve gizli güvenlik şefimizi öldürmüş! İşte görün insanlığın durumunu, aranızda hala onların işbirliğine inananlar varsa duyun! Nasıl sefil ucubelerle uğraştığımızı anlayın! Biz cephede hayatımızı ortaya koyarak dövüşürüz, el alemin çoluğu çocuğu ile uğraşmak aklımıza dahi gelmez!"
Eğer teslim edilmezsek bedelini tüm Eminönü'nün ödeyeceğini, Gustav'ı doldurduğunu ve Mısır Çarşısı'na doğru çevirdiğini söylüyor ve ekliyor: "Ben dediğimi yaparım!"
Hakir ile konuşmak üzere bir telsiz bulmaya çıkıyoruz.
Hakir'e telsiz çağrısı yapıyoruz.
"12-22 10-10 Hakir konuşuyor, sonunda karşılaştık!"
Hakir, nasıl bir ruh hastasının sadece ırklarının yeniden üremesini sağlayacak, tamamen yaşam hakkı ile ilgili bir laboratuvara sabotaj yaptığımızı merak ettiğini söylüyor. Bize Karaköy'de oyunlar oynamanın ne demek olduğunu göstereceğini söylüyor:
"Küstahlar, çıkın karşıma bekliyorum!"
Hakir'e yanıt vermeyi düşünüyoruz fakat vazgeçiyoruz. Gizit silahlarından, kıyımdan, fanatiklerden bahsetmeye gerek yok. Hakir kendisinin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Tıpkı bizim bildiğimiz gibi. Günahlarından arınmak isteyen herkes gibi , ölümü davet ediyordu. Hakir de biz de aynı değil miydik? Ortada büyük bir soru yoktu. O o yolu seçmişti biz bu yolu. Ne demişti Derviş:
"O dağa bir kuş kondu, uçtu gitti; bak da gör,
Dağda ne bir fazlalık var, ne de bir eksiklik..."
Varsın ne olacaksa olsun diyoruz ve telsizden yayın yapıyoruz.
"10-10 12-22 geliyorum!"
Büyük hazırlıkların ardından ekibimizi topluyor ve Hakir'in bulunduğu bölgeye gidiyoruz. Hakiri koruyan onlarca Gizitim var. Bu iş zor olacak. Ama biz neleri hallettik. Bu bize vız gelir!
[İçerik düzenlendi]
Hakir ölürken bunu beklediğini anlıyoruz. Hakir'e karşı bir kinimiz yok. Sonuçta yiğitler meydanda çarpışır.
Hakir ölürken ortalıkta Teşkilat neferleri belirmeye başlıyor. Teşkilat yine yapmış yapacağını. Hakir'i öldürmemizden faydalanıp Karaköy hakimiyetini ele geçirme planları var belli ki. Üzgün ve bitap düşmüş farelerin arasından ilerliyoruz. Yavaş yavaş neferler kayboluyor. Gustav'ın yanından geçtiğimizde topun ağzına merminin verilmiş olduğunu ve gerçekten de Eminönü'ne doğru çevrildiğini görüyoruz. General blöf yapacak adam değildi. Yürümeye devam ediyoruz. Ta ki o çirkin metal yığını GRC antenini görene kadar. Cesareti olanlar meydanlarda dövüşüp ölürken birilerinin sonsuzluğu düşünüyor olması midemizi bulandırıyor. Kararımızı değiştirip geri dönüyoruz. Topçu Subay'ının kafasına silah dayayıp topu verdiğimiz koordinata çevirip ateşlemesini söylüyoruz.
Hakir'in ölümü üzerine mecali kalmayan Topçu soruyor: "O anten hiç bir işe yaramıyor ki?" Soru sormamasını söyleyip sadece söylediğimizi yapmasını emrediyoruz.
"Ateş!"
Top müthiş bir gümbürtü ile patlıyor ve anten çöküyor. Anten çatırdayarak çökerken mırıldanıyoruz:
"Sonsuzluğa ulaşmanın vasat ve sorunlu yöntemleri..."