Üzerinde çalıştığım farklı bir şeyden alıntıdır...
Çok sesli arbedenin ardından Malik duraksadı. Diğerlerinden öndeydi. Şimdi sadece iki ellerini yanlarına açmış, elindeki GBT modeli silahları tutuyordu. Silahların ucu ateşlenmekten ötürü kızarmış, dumanı tütüyordu. Arkasında bulunan herkes, Gazap Azabı takımı ve biçare dış şehirliler sevinçle haykırıyorlar ve birbirlerine sarılıyorlardı. Malik ise pozisyonunu bozmadan öylece sırtı dönük bekliyordu. Yüzü gölgelerin arkasında gizliydi. Kafası eğikti. Üzerindeki beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırmış ve kollarını sıkmıştı. Şimdi sıkı kollarından beliren damarlarına göz gezdiriyordu. Tıpkı geçmişte inzivaya çekildiği gibi…
Gözlerini sonra kolundaki damarlardan alıkoyarak yerde yatan ifadesiz maskeli suratlara bakıyordu. Onlar Jandarmalardı. Yerde düzinelerce ceset boylu boyunca yatıyor, bedenlerinden akmış kanlar, ortada bir yerde kesişerek küçük göl oluşturuyordu. Malik sonra kafasını hafifçe yukarı kaldırdı. Suratında şaşkın ve bir o kadar da kızgın bir ifade vardı. Neye sinirlendiği bilinmiyordu. Tam istediği şeyi yaparak Teşkilat’a bir darbeyi vurmuştu.
Sevinçli kalabalığın, haykırışları, zafer çığlıklar, dansları ve sarılmaları bir süre sonra bittikten sonra herkes ona dönmüş ve sükûnetli tavrını seyrediyordu. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Herkes bunu anlamıştı. Tüm gözler ondaydı ve o da bunun farkındaydı. Zira ortam aşırı sessizdi. Sadece rüzgârın uğultusu duyuluyor ve kum fırtınasının parçacıkları yüzünü okşuyordu. Sıcaktan kurumuş ve kızarmış yüzü sinirden iyice kasılmıştı. Kafasını dehşetle yukarıya kaldırıp, gölgelerin arasından belli olan kahverengi göz bebeklerini irice açarak cesetlere bakıyordu. Çok korkutucu görünüyordu.
Bu sessizliğin pek hayra alamet olmadığı aşikârdı. Lakin birinin çıkıp Malik denilen şeytana bir şey sormaya cüret etmesi de büyük bir cesaretlilik örneğiydi. Bunu yapacak tek kişi olabilirdi. O da Erg üstadı Arslan Bey’di. Üzerindeki cafcaflı cüppenin hakkını veren yaşı ilerlemiş bir büyücüydü. Erg’in delirtmediği aksine yücelttiği insandı o. Aslında sınırsızdı ancak Malik’e yenilmiş ve boyun eğmişti. Kapüşonunu kafasına geçirmiş kolları bağlı şekilde onu izlerken dayanamamıştı. Yanına yaklaşmaya başladı. Arslan Bey’in yüzündeki uzun çizik şimdi çok belirginleşiyordu. Aralarında beş ile yedi metre mesafe varken büyücü, Malik’in ani hamle yapmasından ötürü korktuğu için yaklaşmamıştı. Malik savaşlarda benliğini kaybederdi. Kapüşonunu kafasından çıkartarak kel kafasını eliyle okşadı. Usulca arkasından sormakla yetinmişti.
“Malik, iyi misin?”
Malik’in bilinci yeni yeni kendine gelirken sinirle kafasını omzunun arkasından hızla döndürerek Arslan Bey’e bağırdı. “Hayır!” Gözleri kıpkırmızıydı. Ağzından salyalar akıyordu. Kafası da çılgınlıkla titremekteydi. “Görmüyor musun?” dedi.
Arslan Bey bir şey anlamadı. Bir an için Malik’in yaptıklarından ötürü pişman olduğunu düşündü. Ahmaklığa dayanarak sordu. “Neyi?”
“Şu yerdeki beş para etmez herifleri.” Dedi Malik.
“E… Evet?”
“Onlar…” dedi Malik. Sırtını herkese dönmüş parmağıyla cesetleri işaret ediyordu. “Hiç dişime göre değil!” Çılgınca gülüyordu şimdi. Şeytanca kahkahası yükseliyor, yankı yapıyordu. “Lanet olsun, bu çok kolay oldu. Haha!” Şimdi kahkahası durdu. Arslan Bey’e bakarak şüpheci konuştu. “Neden bu kadar kolay oldu ha? Neden!”
Adam bir şey diyemedi.
“Ben bu kadar kolay olabileceğini düşünmemiştim.” Malik tekrar sırtını dönerek yerde yatan cesetlerden birine güçlü bir tekme attı. “Kalksana aptal! Kalk ve savaş benimle! Neden kolay ölüyorsun. Beni biraz zorla, hadi!”
“Malik…” dedi Arslan Bey korkuyla.
O esnada adam konuşamadan büyük ayak sesleri duyuldu. Birileri mekâna intikal ediyordu. Malik ayak seslerini duymuştu. Uzaktan birtakım sesler işitiliyordu. “Hadi, hadi.” “Hızlı ve güvenle giriyoruz.”
Malik şimdi gülümsüyordu. Yüzüne vuran gölgenin altında gülümsemesi bir su kadar berraktı. Saçları hafif rüzgârla sallanmıştı. Onların geldiğini anlamıştı. Arkasındakilere bağırdı ancak yüzünü dönmedi.
“Kimse ateş etmeyecek!” Sonra kendi ile konuşur gibi fısıldaşmıştı. “Bunu kendim halledeceğim.” Ancak bu sözü herkesçe işitilmişti… En azından anlaşılmıştı.
Eminönü ahalisince ‘çöl’ olarak bilinen yerin tek girişi olan sokaktan yirmi kadar Jandarma peyda olmuştu. Aslında kalabalık onu tükürüğüyle boğacak cinstendi lakin Malik sert oynamak istiyordu. Jandarmalar sokaktan gireceği anca Malik gözlerini kapattı. Şeytan ile olan münakaşası aklına gelmişti. Çoğu kişi ona unvan olarak ‘Şeytan’ ismini vermiş, gerçek ve işbirlikçisi olan Şeytan ise buna bozularak ona gerçek şeytanın kendisi olduğunu, kendisinin sadece bir insan, bir cinnet geçiren, bir Kabil olduğunu söylüyordu. Malik bundan ötürü çıldırmıştı. Şeytanın vesveselerinden daha güçlü bir şeye sahipti: Strateji ve zekâsı. Şeytan, insanların cinnetinden, biçare zaaflarından faydalanırdı. Malik ise bunun üzerine fazlasını koymuş biriydi.
Şimdi iki yanına salınmış ellerini omuz hizasına kaldırdı. Sinirliydi ve kendini ispatlamak istiyordu. Gerçek şeytan kendisiydi. Gerçek yok edici, gerçek İsa düşmanı kendisiydi. Silahının namlusunu sokağın başına doğrultmuştu. 30’luk silahının şarjöründe saydığı kadarıyla on üç mermisi vardı. Ancak iki elinde de silah olduğunu düşünürseniz toplam yirmi altı mermi vardı.
Silahı, sokağın başında hazır beklerken bir Jandarma göründü. Hemen ateşledi. Mermiyi Jandarmanın boynuna isabet ettirdi. Ardından yavaşça ve cesaretle sokağa doğru yürümeye başladı. Bir yandan bir şeyler anlatıyordu.
“Tanrı Âdem ve Havva’yı yarattı...” Bir kurşun daha sıkıldı. Kurşun bir Jandarmanın göğsüne geldi.
“Onlar ilk insanlar ve ilk eşlerdi…” Bir kurşun daha isabetini bulmuştu.
“Sonra çocukları oldu. İki erkek çocuğu: Habil ve Kabil…” Bir mermi daha silahtan çıktı ve bir şakak kemiğini buldu. Bu arada sokağa iyice yaklaşıyordu.
“Âdem baba onlar büyüyünce onlara bir görev verdi…” Bir mermi daha isabetliydi.
“Onlara Tanrı’ya şükretmeleri için hediye sunmalarını istedi…” Burada biraz duraksamıştı. Zira Jandarmalar yığın halinde sokaktan ileriye girmeye çalışıyorlardı. Ancak attığı her kurşun ıska geçmiyor tam göğüs ve kafaya isabet ediyordu.
“Habil ve Kabil büyükçe bir tepeye hediyelerini Tanrı’ya sundu…” Bir mermi daha…
“Tanrı Kabil’e kızdı. Kabil hediye olarak etraftaki çer çöpü, en çok da otu ikram etmişti…” Bir kurşun daha mekanik aletten fırladı.
“Habil ise büyükçe bir et…” Bu seferki tam bir kalbe isabetti.
“Kabil, Tanrı’nın sadece et yediğini sanıyordu…” Bir kurşun daha…
“Habil, kardeşi için doğrusunu biliyordu ve Tanrı kendisine benzer bir dünya yaratmıştı…” Çıkan kurşunla birinin elmacık kemiği parçalanmıştı.
“Eğer sen dünyayı yemezsen, dünya seni yerdi.” Bir kurşun daha…
“Bu yüzden Kabil kardeşine “Bunu bana neden söylemedin?” dedi…” Bir kurşun daha can aldı...
“Habil “Sen beni dinlemedin!” dedi…” Şah damarına isabet eden kurşun ortalığı kana buladı.
“Kabil “İyi ya, seni şimdi dinliyorum işte” dedi ve kardeşini öldürdü…” Kurşun bir beyine girerek arkadan çıktı.
“Sonra kardeşini göstererek bağırdı. “Hey Tanrım…”” Yine bir kafa avlanmıştı.
“ “Et ister misin? İşte burada!” dedi.” Malik’in o andan itibaren her kurşunu kafaları isabet alıyordu.
Malik anlatımını durdurdu. Bir kişinin daha canına aldı. Yerde oluşmuş kan gölü ile yerde delik deşik olan cesetlere bakıyordu.
Göz ucuyla kanları ve etleri göstererek semaya bağırdı. “İyi içki, iyi et Tanrım!” On sekizinci kişi de kafasındaki kurşunla yere serildi.
“Hahaha!” Kurşun, tam alından içeri girdi.
“İyi içki…” Malik yirminci ve son kişiyi de tarumar etti. “İyi et… Hahaha!”
Malik şimdi kahkahalara boğulmuştu. Ağzından sarkan salyayı koluyla sildi. İştahlandığı kana doymuş gibiydi. Ancak fazlasına da hayır diyemezdi. Sokaktan ileride birkaç Jandarma daha gördü. Şeytanca gülümsemesini yapmıştı. Silahlarının şarjörlerini yeniledi. Omzunun arkasından diğerlerinin gelmesi için bir bakış attı. Herkes harekete geçmişti. Malik şimdi boğuk ses tonuyla, yine de duyulacak bir şekilde seslendi.
“Hadi Tanrım, yemek yiyelim!”
Furkan 'Retaliation' Yaman