FanArt 2012 Hikayem "KIYAMET"

İKV için yazdığınız hikayeler, şiirler veya kurgusal eserleriniz
Cevapla
Kullanıcı avatarı
IROH
Sahaf Yardımcısı
Sahaf Yardımcısı
Mesajlar: 132
Kayıt: 30 Oca 2012 02:20
Sunucu: Beyaz Köşk

FanArt 2012 Hikayem "KIYAMET"

Mesaj gönderen IROH »

Başvurular filan biteli çok oldu artık sonuçları bekliyoruz.Ben de hikayemi burada paylaşmak istedim iyi okumalar.


KIYAMET
23 Aralık 1956:Vahim Havadis

Kıpkızıl bir ejder göğü yararak yaklaşıyordu üç arkadaşın yanına. Kanatlarını öyle etkili savuruyordu ki her çırpışında sanki küçük bir fırtına bu üç kadim dostun yüzüne çarpıyordu:
“Kalbimde oluşan gölgeye bakılırsa haberler kötü,” diye söze başladı Mehmet Efendi. Yanındaki diğer iki kişiden daha bilgili, güngörmüş bir ifadesi vardı. Gri sakalları ne çok uzun ne de kıpkısacıktı. Başında ise Osmanlı Devrinden kalma bir sarık vardı. Başındaki yaprak yeşili kovuğun etrafına dolanmış ak bulutlar kadar beyaz bir sarık.
“Zaten ne zaman iyi oldu ki haberler kardeşlik,” diye cevap geldi Samuel’den. Mehmet Efendi’den daha genç , daha diri bir sesi vardı. Aynı zamanda daha kalıplıydı. Geniş omuzlu ve uzun boyluydu. Abanoz rengi koyu kahverengi saçlarının uçlarına ak düşmeye başlamıştı. Ama sinirli yüzüne bakıpta çoğalmaya korkar gibi bir halleri vardı.
“İçiniz geçmiş sizin.Nedir bu sessizlik allasen.Ben sizi kuruntularınızla başbaşa bıralayım en iyisi.Karşılamam gereken bir ejder var,” diye ortaya atıldı Kerim Bey. Bunları söylerken sol elinde tutupta üzerine dayandığı asasını sağ eline almıştı. Diğerlerine nazaran daha bir şen şakrak havası vardı. Aslında Mehmet Efendi’den bile daha büyük olmasına rağmen daha genç gösterirdi. Kapkara saçları vardı. Gece gibi karanlık, asla beyazlamayacak gibi duran saçlardı bunlar.
Ejderha biraz daha yaklaşında üçüde sessizliğe büründü. Mehmet Efendi oturduğu sedirden kalktı. Hiç yanından ayırmadığı asasını eline aldı. Samuel iki yetişkin adamın zor kaldırabileceği kadar ağır gözüken baltasını sırtına astı. Kerim Bey zaten çoktan ortadan kaybolmuştu bile. Az sonra ejderha tam karşılarında büyük bir gürültüyle yere indi. Üzerinden daha kırklı yaşlarına yeni girmiş bir adam aşağıya atlayıverdi. Bir eliyle ejderhayı tehtid eden hareketler yaparken diğer eliyle de etrafa yeşil bir ışık yayan asasını tutuyordu:“Mehmet Efendi,Efendi Samuel ve Kerim Bey; sizlere çok kötü haberlerim var,” diye söze başladı adam. Yüzünde bir korku ifadesi vardı.
“Seni dinleyeceğiz. Ama önce evimize gelip bir çayımızı iç istersen,” deyiverdi Mehmet Efendi.
“Bunun için vakit yok efendim. Buraya gelmek bile benim için çok büyük zaman kaybıdır. Geldiğim yerde işler iyice karıştı. Şimdi sözlerime kulak veriniz. Bu sözlerim sizin de yakından tanıdığınız Anatolya Birliği’nin sözleridir. Sözü fazla uzatmayacağım. İblis tekrar ortaya çıktı. Ve malesef dünyayı bozmak için varını yoğunu ortaya koyuyor,” dedi adam heyecanla.
“Nasıl olur? O cehennemde zincirli değil miydi?” Samuel de söze karışmıştı.
“Evet zincirliydi. Fakat birisi onu serbest bırakmış. O da yüzlerce yılın verdiği kini dünyaya kusmak üzere. İstanbul büyük bir tehlikede. Burada en önemli görev de sizlere düşüyor efendiler,” dedi adam. Sesinden üzgün olduğu anlaşılıyordu.
“Peki ama neden bizler büyük tehlikedeyiz anlamadım. Her şehri koruyan bir muhafız varken bizler, İstanbul’un Efendileri üç kişiyiz. Nasıl bir tehdit üç muhafızı birden korkutabilir ki?” Hayretle adamın yüzüne bakıyordu Kerim Bey.
“İblisin kendisi efendim. İblis İstanbul’u kendisi yok etmek istiyor. Yüzlerce yıl önce İblis cehenneme İstanbul’dan açılan bir gedik sayesinde zincirlenmişti. Bunu da Mehmet Efendi’nin kendisi de bir muhafız olan büyük dedeleri başarmıştı,” dedi ve ağzını açan Samuel’i bir el işareti ile susturarak devam etti. ”Sizler ki şu anda dünyadaki en iyi muhafızlardan birkaçısınız. O yüzden üçünüzün görevi İstanbul’u müdafa etmek zaten. Mehmet Efendi: Yeryüzünün en büyük,en görkemli Ruh Büyücüsü(Şifacı) değil mi? Efendi Samuel: Dünyanın gördüğü en görkemli silahın efendisi siz değil misiniz? Ve Kerim Bey: Size heryerde, isminiz yerine “Alevele” diye seslenmelerinin nedeni saçlarınızdan bile alevler çıkarabilmeniz değil mi? İşte bu yüzden en büyük görev sizlerin efendim. Ve şimdi söyleyeceklerime kulak verin. İblis sizin yeteneklerinizin farkında. O yüzden şehre girmeden sizleri ortadan kaldırmak istiyor. Bü yüzden bir saldırı planı yapmış. Yarın çok büyük bir cin ordusu yeryüzüne çıkmaya çalışacak. Onları durdurmalısınız. Asıl vahim durum ise dah sonra tecelli edecek. 25 Aralık 1956 günü dünya bir meteor saldırısına maruz kalacak. Efendim,meteor saldırısını durdurmayı denedik ama başaramadık.”
“Ne yani iki gün sonra dünyanın sonu mu geliyor?” Kerim Bey, sesinin titrediğine kendisi bile şaşırmıştı.
“Hayır efendim. İblis’in tek amacı insanlığın elinden herşeyi almak. Özellikle de İstanbul halkından. Onun gözünde ölü insanların hiçbir değeri yok.Asıl istediği köleler. Umutları kaybolmuş, hayalleri kararmış salt köleler. Kininin dayanağı da bu köleler zaten. En çok istediği şey ise İstanbul halkının ona yalvarması. Meteor saldırısından sonra sinsice aralarında dolaşıp umutlarıyla beslenecek, hayallerini karartıp yok edecek. Saf köleler oldukları zamansa tahtını İstanbul’un en görkemli yerine koydurtacak. Tüm dünyaya İstanbul’dan hükmedecek,” diye devam etti adam.Sesi titriyor ve boğazı düğümleniyordu.
“Bize düşen şey onu durdurmak o zaman,” dedi Mehmet Efendi.Kendinden emin bir sesi vardı.Diğer iki arkadışına kıyasla bir lider gibi konuşmuştu.
“O zaman ilk işimiz yarın ki cin saldırısını durdurmak; ondan sonra kıyameti bekleyecek ve asıl savaşımıza başlayacağız sanırım.” Samuel’in sözleri de Mehmet Efendi’yi doğrular nitelikteydi.
“ Ellerim kaşınıyor. Bir saldırı görmeyeli bayağı oldu değil mi? ” Kerim Bey kavga lafını işittiğinden beri gülümsüyordu zaten.
“Efendim ben şimdi gitmeliyim. Geldiğim yere de meteor düşecek. Benim şehrimde hazır bulunmalı ve zararı en aza indirmem lazım,” dedi adam ve ejderhasına binip gürültülü bir şekilde yükselip gözden kayboldu.
“Şimdi ne yapcağız Mehmet?”
Kerim Bey gerçekten heyecanlanmaya başlamıştı. Gözlerinin içi parlıyordu. Mehmet Bey arkadaşlarına döndü ve şöyle dedi:
“Artık Mehmet, Kerim veya Samuel olmayacak. Bir savaşta isimler konuşmaz. İnsanların sizlere taktığı kelimeler konuşur. Değil mi Alevyele?” Kerim Bey’e keskin bir bakış attı.
“Çelik unutulmak istemiyor sanırım,”diye lafa karıştı Samuel. Kenarda dikilmiş iki arkadaşa bakıyordu. Sözlerine devam etti:
”Yarınki plan nedir ya Kuklacı?”
“Bu yaratıkları yeraltında tutmak sorun olmuyor. Fakat yeryüzüne meteorun açtığı yarıktan onlarcası çıkacak ve insanları nasıl koruyacağımızı hala düşünüyorum.” Ellerinin içi terlemişti Kuklacı’nın. Ne zaman tedirgin olsa elleri terlerdi zaten.
“Aslında benim aklıma bir fikir geldi. Alevyele, hatırlarmısın bilmem. Kuklacı geçen sene ruh ile yeteneği birbirinden ayırabildiğini farketmişti . Belki biraz çılgınca gelecek ama belki Kuklacı benim yeteneğimi, ruhumdan ayırıp İstanbul halkına paylaştırabilirse; bir İstanbul dolusu savaşçımız olur. Bu sayede onlar kendilerini koruyabilirler,” dedi Çelik. Bunları söylerken gözleri parlamıştı.
“Çok güzel bir fikir. Neden bu benim aklıma gelmedi acaba?” Arkadaşını küçümser gibi de sırıttı Alevyele. ”Hadi ne duruyoruz. Yapsak ya şu işi,” diye de devam etti yüzünde gülümseme eksik olmadan.
“Olmaz!”diye bir azar işitti ikiside Kuklacı’dan. ”Bunu en yakın arkadaşlarıma yapmayacağımı biliyorsunuz. Ama düşündüğüm de gerçekten çok iyi bir fikir. O yüzden kendi yeteneğimi alıkoyacağım. Ve sizlerde İstanbul müdafasına devam edeceksiniz,” diye gürledi. Sesi titriyordu. Gözlerindeki ışık titriyordu.
“Bu işte ya beraber oluruz ya da bırakırız İstanbul çöksün. Ben aralarında olmadıkça kimse yeteneğinden feragat edemez arkadaş,” diye gürledi Alevyele. Çelik te onu onaylar bir şekilde başını salladı. Kuklacı yumuşamıştı. Kafasında pekçok şey tasarlıyormuş gibi bir düşünce hali hasıl oldu yüzünde.
“Peki,” dedi umutsuzca. ”Peki üçümüzde yeteneklerimizi çıkaracağız ve başarabilirsek tüm halka dağıtacağız. Umarım kendilerini koruyabilirler. Çünkü o saatten sonra bizlerin hiç bir hükmü kalmayacak.” Kuklacı’nın sesinden umutla karışık bir hüzün yayılıyordu odaya.
“Yeteneklerimizin bize bahşettiği kadim bilgelik bile o hilkat garibeleriyle baş etmemize yeter de artar.” diye cevap verdi Alevyele.
“O zaman yarın büyük saldırıyı durdurduktan sonra İstanbul halkına en büyük hediyemizi vereceğiz ha!” Çelik’in gözlerindeki ışık etrafa yayılmaya başlamıştı bile. ”İblis,karşısında binlerce muhafızı görünce ne halt edecek bakalım,” dedi ve bir kahkaha patlattı. Alevyele de ona katıldı.Kuklacı’nın yüzünde de bir tebessüm hasıl olmuştu.

24 Aralık 1956:İstila

“Bu mağaralardan da gına geldi artık. Bu akşam emekli olduğumda yapacağım ilk iş şöyle bir keyif çayı demlemek olacak,”dedi Alevyele. Dünden kalma bir gülümsemeyle de pekiştirdi şakasını.
Üç arkadaş, üç kadim dost ya da kısaca bu üç kardeş birlikte katıldıkları son mücadeleyi unutmamak ister gibi birbirlerinin gözlerine baktılar. ”Daha önce hiç kayıp vermedik. Bugün de üç kişi giriyoruz bu mücadeleye ve üç kişi çıkacağız. Söz mü?” Fısıldar gibi söylemişti bunu Kuklacı. ”Söz!” diye mırıldandı ve başlarını salladı diğer ikisi. O esnada cinler gözükmeye başlamıştı. Yalnız bu sefer bir fark vardı. Yüzlerce yıldır barış anlaşmasını bozmayan Sstanss halkı da karşılarında siper almıştı. ”Lanet Meranlar,” diye dişlerini gacırdattı Çelik. Ve sabredemeyip baltasını eline aldı.
“Bunlar çocuk oyuncağı ya,” dedi alaycı bir sesle Kuklacı.
“Sanırım eşitlendik.Kuklacı,baksana şuraya.” Parmağı ile ileriyi gösterdi Alevyele. Cinler ve Meranlardan oluşan ittifak ordusunun arkasından çıkan üç başlı yaratığı işaret etti. Daha sonra cinlerin iğrenç,cılız savaş boruları ötmeye başladı. Meranların “Tıss” lamaları ve hepsinin yek vücut ileri atılmalarıyla muharebe resmen başlamış oldu. Çelik baltasını öyle ustalıkla kullanıyordu ki rüzgarı bile bir cini ortadan ikiye ayırmaya yetiyordu. Etrafını saran beş tane meranı, adını “Süpürme Vuruşu” koyduğu bir hareketle yok etmesi bile takdire şayandı doğrusu.
Alevyele, Çelik gibi savaş meydanının ortasında bulunmuyordu. Element büyülerini öyle ustalıkla kullanıyordu ki elini doğrulttuğu cin ya ardında bir yanık kokusu bırakarak ortadan kayboluyor ya pis kanı heryeri kaplıyor ya da donmuş bir vaziyette toprağa gömülüyordu. Onlarcasını öldürmek için ufacık bir hareket yapması küçücük bir ateş halesi oluşturması yetiyor da artıyordu bile.
Aslında en büyük iş Kuklacı’ya mı aitti bilinmez. Asitli tüftüflerini arkadaşlarına mütemadiyen atan pis cinlerin etkilerini kırmaya çalışıyordu. Aynı zamanda “Buz Büyüsü” yapabilen meranlardan koruyordu arkadaşlarını. Ve dahası kendiside onlarcasını katlediyordu. Kadim yetenekleri sayesinde koskoca bir aslanı cinlerin arasına salmış, kaçışmalarını izliyordu.Bir yandan da kimi meranı zehirliyor, kimisini asitli duaları ile eritiyordu.
Bu üç yoldaşın yaptıklarını durduramayacaklarmış gibi hissetmeye başlamıştı pekçok meran ve cin. Onlarcası yok olmamak için geldikleri karanlık mahzenlere kaçıp sıvışmanın derdindeydi. Tam o esnada ürkek bir hayvan gibi duran üç başlı yaratık harekete geçti. Sanki ilahi bir emir almış gibi doğruca savaş meydanının tam ortasında bulunan Çelik’e yöneldi. Çelik nelerin yanına yaklaştığından habersiz yaratık biçmeye devam ediyordu. Kendisini o kadar kaptırmıştı ki kestiği bu yaratıkların sayısını hatılamaya çalışıyordu. ”Bin?Yok yok en az bin beş yüz olmuştur,” diye içinden geçirdi. Tam arkasından beliren yaratığı son anda farketmiş olacak ki kendisini birden bir köşeye atıverdi. Ve o esnada yaratığın ağzından alev de çıkarabildiğini farketti. Yaratığın dikkatini üzerine çekmek için gür bir nara attı. Güçlü bir korunma halesi yaratarak yaratığın alevinin tükenmesini bekledi. Ama hiç tükenmeyecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. Hale gittikçe zayıflamıştı. Artık sıcaklığı hissetmeye başlamıştı mağrur savaşçı. Ölümü düşündü bir an. Savaştan sağ çıkacağına dair verdiği sözü hatırladı. Sözünü tutamamaktan öyle korktu ki hale bozulmadan hemen önce yaratığın zihnini karıştıracak bir nara daha kopardı. O esnada Alevyele çoktan gelmiş; üç başlı yaratığın ağzına koca bir buz kütlesi tıkayıvermişti. Bütün bunlar yaşanırken tüm yaratıklar bu canavardan korkmuş olacak ki kaçıp dağılmıştı. Kuklacı çok kötü birşey olacağını seziyordu.
“Dikkatli olun,”diye bağırarak arkadaşlarına koşmaya başladı. O esnada başlardan biri uyanmaya başladı.Kuklacı bunu farkedip asitle ilgili bir dua okumaya başlayıp yerden aldığı toprağı yaratığa doğru savurdu. Yaratığın gözleri erimeye başlamış ve kör olmuştu. Salak salak savruluyor, arada diğer başlara çarpıyordu. Diğer başlar kendine geldiğinde direk Çelik’e saldırdılar. Alevyele de artık Çelik’in yanındaydı. İkiside bir başla mücadele veriyordu. Kuklacı ise onbeş adım geriden onları korumaya çalışıyordu. Ama bu yaratığın etkisi o kadar kuvvetliydi ki en güçlü dualarının bile arka kapılarını bulup içeri sızmayı başarıyordu. Çelik ile Alevyele sırt sırta vermiş çarpışırken Alevyele bir anda kör başın onları duyup alev püskürteceğini farketti. Korunma halesi yapmaya bile fırsatı olmadığını anlayınca Çelik’i asası ile uzak biryere itirip alevlerin arasında kaldı zavallı büyücü.”Hayır!Olamaz,” diye bağıran Çelik’in yakarışları arasında yere yıkıldı. Çelik bu manzara karşısında donup kalmıştı. Artık düşünemiyor ne yaptığını bilmeden hareket ediyordu.Öyle hızlı koşmaya başladı ki elindeki baltasını başının üzerine kaldırıken onlarca metrelik yaratık bile bir an durakladı.İlk başın yaptığı saldırıyı püskürttü.Daha sonra kör başın yaptığı saldırıyı da boşa çıkardı ama savunmasız bir anında üçüncü başın saldırısıyla alevi kemiklerinde hissetti talihsiz kahraman.Bütün bunlar olurken tek yapabildiği onları korumaya çalışmak olan Kuklacı gördüklerine inanamıyordu.Yoldaşları yerde yatıyor,can çekişiyorlardı.İşte o zaman Kuklacı en tehlikeli halini aldı.Asasından öyle alevler çıkarmaya başladı ki kırmızı ve sarı alevler değildi bunlar.Bembeyaz alevler tüm mağarayı doldurdu. Yaratık bile o alevin korkusuyla kendisini mağaradan dışarıya zor attı. Alevler öyle yayıldı ki mağaranın içinde bu üç arkadaştan başka hiç bir ceset bulunamamazcasına yok oldu.Etrafı pis bir yanık et kokusu kapladı.Derler ki o alevin ışığı ve sıcağı hala mağaralarda dolanırmış.
“Söz vermiştiniz bana aptallar!”diye bağırıyordu Kuklacı.”Söz vermiştiniz.Bugün ölmeyecektiniz.”Bunları söylerken aynı zamanda da koşuyordu.İlk önce Çelik’i buldu.Zırhı kor gibi kıpkırmızıydı.Hemencecik soğutmayı başardı.”Yaşayacaksın.Merak etme,” diyebildi sadece.
“Korktuğum ölüm değil kardeşlik.Korktuğum bu yaratıkların şehrimize el sürecek olmaları,” dedi Samuel.”Eğer ölürsem yeteneğim de ruhumla birlikte vücudumu terkedecek.Elini biraz çabuk tut.”Ağzından kanlar boşalıyordu.Kandan kıpkırmızı olmuş yüzüne bir gülümseme yayıldı.Mehmet Efendi gözyaşlarına hakim olamıyordu.Samuel’in ağzını açtı.Gözlerinin içine baktı.Elini tam ağzının karşısına götürdü.Ağzından dışarıya kırmızı bir ışık çıkmaya başladı.Onu aldı.Kalbinin hizasından bağrına gömdü:
”Senden son bir ricam var Mehmet Efendi.”
“Seni dinliyorum kadim dostum.” Ağlamaya başlamıştı Mehmet Efendi.Gözlerinden akan yaş doğruca Samuel’in alnına damlıyordu.
”Beni silahımla birlikte gömer misin?”Başıyla sağ elindeki baltayı gösterdi.Ama ne yazık ki Mehmet Efendi’nin cevabını duyamadan gözleri sonsuzluğa kapandı Avrupa’dan gelen gezginin.Mehmet Efendi Samuel’in başını yavaşça toprağa bıraktıktan sonra doğru Kerim Bey’in yanına koştu.
“Nerede kaldın ihtiyar?” Gülümsemeye başlamıştı Kerim Bey.”Yaşlandık azizim,yaşlandık.Baksana ne kadar kötü bir dostmuşuz ki seni yalnız bıraktık şu koskoca hayatta,”diyebildi garip büyücü. Öksürüyordu. Öksürdükçe ağzından çıkan kanlara aldırış etmeden devam etti:”Belki yalnız bırakmayız seni ha.Ne dersin buna azizim?Azrail tam arkanda; gülümsüyor bana.Daha fazla oyalayamayacağım sanırım.Dün anlaştığımız şeyi benden alda son bir tekme vuralım şu dünyanın neticesine,”dedi büyücü.Son kelimeden sonra yine gülecekti ama öksürük kesti gülümsemesini.Kuklacı dayanılmaz bir acı hissediyordu kalbinde.Öyle büyük bir acı ki hıçkırarak ağlamak bile hafifletmiyordu bunu.Kadim dostunun ağzını elleri ile yavaş ve nazikçe araladı.Ve masmavi bir ışık huzmesinin kendi bağrına hareketlenmesini sağladı talihsiz şifacı:
“Her şey için özür dilerim kardeşlik.Koruyamadım sizi,”diyebildi sekarat vaktindeki büyücüye.
“Boşver şimdi bunları.Senden son ricama kulak ver ihtiyar.Şu asa var ya.İşte O İblis’in bu asa ile öldürülmesini istiyorum azizim.Al onu.Al onu ve tek bir amaç için kullan.”diyebildi Kerim Bey. Ve Azrailin nicedir peşinden koştuğunu ama yakalayamadığını ima eder gibi gülümseyerek hayata gözlerini kapadı.

Hayırsız Ada
Kuklacı en yakın arkadaşlarının cesetlerini yaşadıkları eve getirmişti.Savaştan aldığı onlarca yaranın bile acıtmadığı kadar büyük bir acı vardı kalbinde.
“Şehitler yıkanmadan,kefenlenmeden gömülür.”diye fısıldadı en yakın arkadaşlarının kulaklarına.Vakit ikindiyi daha yeni geçmişti.Daha yapacak bir sürü işi olduğunu söyleyerek te devam etti konuşmasına.Kulübenin önünde duran sandala iki tabutu güzelce yerleştirdi ve Hayırsız Ada’ya doğru yola çıktı.Adaya indiğinde hala gözleri yaşarıyordu yaşlı Mehmet Efendi’nin.Ömründe ilk kez ölmek istediğini farketti çaresiz ihtiyar.Adanın en yüksek yerine tabutlar ile beraber çıktı.Orta yaşına göre çevik ve hızlıydı. Üç tane mezar kazdı acele bir şekilde.İlk mezara Samuel yattı.Yanında aile yadigarı çelik zırhı ve sayısız ölüm görmüş savaş baltası ona eşlik edecekti ebediyete kadar.İkinci mezara Kerim Bey yattı.Sakin ve mutlu bir yüz ifadesi vardı.İstediği gibi yanına sadece efsunlu kaftanı konuldu.Ama kuklacı bir an duraksadı.Kendi asasını Kerim Bey’in mezarına güzelce yerleştirdi:
“Orada belki ihtiyacın olur.Merak etme senin asan hala bende ve İblis ölene kadar da bu mezara girmeyecek.”diye teselli verdi soluk adama.
Sonra üçüncü kabre baktı Kuklacı. Hala ağlıyordu:”Sizi koruyacak birşeyler lazım bana.Sizi böyle korumasız bırakamam burada,” diye mırıldandı.Ve yeteneğinden feragat etmeden önce mezarlara muhafız dikme fikri geldi aklına.Sağına soluna bakındı.Ama etrafta sadece kayalar ve gökyüzünde uçuşan kartallar vardı.Küçük bir dua ile kartalları yanına çağırdı.Topladığı kayalar ile kartalları karşısına alıp bildiği en tesirli yaratılış duasını etmeye başladı.O dua ettikçe kayalardan ve kartallardan çıkan ışık huzmeleri arttı da arttı.Ve nihayet duasını bitirdiğinde;kadim dostlarının muhafızları hazırdı.Onlara başlarda isim takmamayı düşündü.Ama daha sonra onlara “Taşkanat” dedi.Başlarına da bronz renkli bir lider seçti.
“Bronz!”
“Evet efendim.”
“Sana şimdi yegane görevinizi söylüyorum.Ben buraya geri dönene kadar hiçkimseyi bu mezarlara yaklaştırmayacaksınız.Sizin burada bulunma amacınız da budur zaten.Eğer gün gelirde buraya gelirsem ve bu mezarları tahrip edilmiş bulursam sizi öldürmem.Bilakis ölmek için yalvarır duruma getiririm,”dedi.Sesindeki emir ifadesi o kadar kesindi ki koskoca taşkanat karşısında uysal bir serçe gibi kalmıştı.
“Emredersiniz efendim,”diyebildi sadece Reis.
....
Hava kararmıştı.En yakın arkadaşları da toprakla buluşmuştu.Kendisini öyle yaşlı hissediyordu ki; taşıdığı yük öyle ağır geliyordu ki bir an için öleceğini hissetti. Ama beklediği o ölüm gerçekleşmedi.Kıyamet dünyayı bozmadan önce yapacağı son bir şey kalmıştı.
“Bu yetenekleri bağlayacak nesne yapmalı.Ayrıca insanların onlara ilgiyle bakarken yeteneklere kavuşmasını sağlamalı,” diye düşünürken birden gözleri parladı.İsminin Kuklacı olmasının bir sebebi vardı.Dede yadigarı kuklalar neredeydi acaba? Hemen kulübenin üst katına çıktı.Koşmuyordu artık.Neredeyse uçuyordu.Dostlarının son isteklerini yerine getirmek için o kadar acele ediyordu ki daha sonra ne olacağını düşünmüyordu bile:
“İşte buradasınız.Tahta kuklalar ve bir de gösteri maskesi.Sanırım ihtiyacım olan herşey bunlar.”Kuklalara ve maskeye umutla bakarken yüzünü bir sevinç kapladı. Aynı hızla aşağı indi.Kuklaları ve maskeyi masanın üzerine bıraktı.Çelik’in çekmecesinden bulduğu fildişi saplı çakı ile kuklaların göğüslerini oydu.Önce bağrından Çelik’in gaddar,güçlü ve koskoca bir kalkan gibi savaşçı yeteneğini çıkardı.Parmağının ucu ile kuklanın göğsüne gömdü yeteneği. Kuklanın gözleri kan kırmızısı bir şekilde ışıldamaya başlamıştı.Daha sonra eline bir başka kuklayı alıp önüne koydu.Bağrından bu sefer irfan,yetenek,dostluk dolu masmavi bir ışık çıkardı.”Üstad Alevyele’nin bağımsızlığı,”dedi kısık bir sesle.Daha sonra onu da kuklanın göğsünden içeriye hapsedip iyice kuklaya işlemesini sağladı.Kuklanın gözleri masmavi parladı.Daha sonra son kuklayı eline aldı:
“Umarım işe yarar. Yoksa işler daha da kötüye gidecek,”diye mırıldandı kendi kendine.Daha sonra bağrından kudretli,alçakgönüllü ve merhamet dolu yemyeşil bir ışık çıkarıp kuklanın göğsüne yerleştirdi.Yerleştirmesiyle birlikte kuklanın gözlerinde keskin,yemyeşil bir ışık belirdi.
....
25 Aralık 1956: Milat
Masa başında uyuyakalmıştı adam.Büyülü bir sarsıntı ile gözlerini açtı:“Başladı,”dedi.Sesi o kadar sakindi ki gelip de koskoca bir meteor parçası kafasına düşse umursamayacaktı sanki.
“İblis’in miladı başladı demek!”diye gürledi elindeki asaya bakarak.”Karşıma çıkacağın günü bekliyorum.O gün geldiğinde ise bir şehir dolusu “Mehdi” ile karşılayacağım seni.” Öyle bir bağırmıştı ki İblis bile duymuş olabilirdi.Duysundu zaten.Eğer duymadıysa, duysundu.
Sarsıntı dakikalarca sürdü.Gökyüzü meteorların saldırısıyla ne kadar güzel gözüküyorsa yeryüzü de o derece harap oluyordu:
“Toparlanmalarına biraz zaman tanımalı.Hemen ortaya çıkarsam hiçbir işe yaramayacak,”diye düşündü.Sarsıntı durmuştu.Dünya insanoğlunun başına göçecek gibi olmuştu ama vazgeçmişti.Ademoğlu dünyanın çökmediğine sevinmeli miydi yoksa üzülmeli miydi? Açıkçası Kuklacı da bilmiyordu. Umutsuz bir ifade vardı yüzünde.Sonra arkadaşları geldi aklına.Beraber gülüyorlardı.Neden gülüyorlardı acaba? Hayal alemine dalıp o da gülmeye başladı.Daha sonra içeriye girdi.Sedire uzandı.Harap olmuş dünyada ilk gününü uyuyarak geçirmeye karar verdi.

1957’den Bir Gün

“Merhaba ,Kukla Üstadı.” Bir titremeyle kendine geldi adam.Başını yukarıya kaldırdığında,yakışıklı bir beyefendinin kendisine bakmakta olduğunu farketti:
“İsmim Mansur.Mansur Bey derler bana,”diye muhabbete girdi yaşlı adam.Yanında yeğenleri olduğunu söylediği iki kişi vardı.Kuklacı şehre ineli epey olmuştu.Yüzünde maskesi,elinde kuklaları ile İstanbul’da onu izlemeye gelmeyen kalmamış,herkez kuklaların içindeki yeneteklerden nasibini almıştı.Savaşçı ve Ruh Büyücüsü efsunlarının olduğu kuklaların gözlerindeki fer sönmüştü. Bu da demek oluyordu ki bu iki kukla tüm varlığını İstanbul halkına aktarmış,görevini başarıyla yerine getirmişti.Yalnız büyücülük efsunu bulunan kuklanın gözlerinden hala cılız bir ışık yayılıyordu.Anlaşılan son efsun parçası kendisine bir efendi bulamamıştı.Kuklacı günlerdir bu efsunu satmaya çalışıyor ama efsun kukladan çıkamamakta direniyordu.İşte Mansur Bey ve yeğenleri Kuklacı’nın karşısına çıkar çıkmaz kuklanın gözlerinden incecik masmavi birer şerit çıktı.Mansur Bey ile yeğenlerinin bağrına saplandı.Tabi bunu görmek için bakmak yetmezdi.Bilen gözlere ihtiyaç vardı.Bunun mutluluğu ve görevini yerine getirmenin hevesiyle Mansur Bey’e döndü Kuklacı:”Ne var?Ne istiyorsun?”
“Tanışmak.Sadece tanışmak ve yeteneklerinin sınırlarını görmek istiyorum.Eğer köşküme gelirsen memnun olurum Maskeli Üstat,”diye cevap verdi Mansur Bey.
“Kuklacı demen kafidir efendi,”diye çıkıştı Kuklacı.Yavaşça ayağa kalktı.Arkadaşının asasını eline aldı ve Mansur Bey’in gözlerinin içine dikti gözlerini.
Resim
Kullanıcı avatarı
Comader
FareAdam Düşmanı
FareAdam Düşmanı
Mesajlar: 361
Kayıt: 07 Ağu 2010 21:00
Sunucu: Beyaz Köşk
Klan: Arzın Çocukları

Re: FanArt 2012 Hikayem "KIYAMET"

Mesaj gönderen Comader »

Çok iyi olmuş.Eline sağlık.Başlarında biraz garipsedim ve sevmeyeceğimi düşündüm.Hikayenin temeli oyun hikayesinde olmayan şeylerden oluştuğu için o başlangıç kısımlarını okuyucunun sindirmesine izin vererek daha geniş anlatsaydın daha başarılı olabilirdi bence.Akıcı olmuş,kendimi kaptırıp telefonumun mesaj sesini duymamışım :). Hikayeni geçmişte olmuş olaylar üzerine kurman bence büyük bir avantaj ama bu avantajından fazla faydalanmamış veya faydalanamamışsın. Günümüz İstanbul'u ve felaket sonrası İstanbul arasındaki farkları -tercihen ince ama etkili farkları- ne kadar çok yansıtabilirsen o kadar beğenilir diye düşünüyorum.

Aslında şu an aklıma eleştirilebilir iyi veya kötü başka fikir gelmiyor.Uykudan olabilir.Bahsettiğim başlangıç kısımlarındaki ''darlık'' ve geçmiş-günümüz arasındaki farkları etkili yansıtamamandaki temel sebebin kelime sınırı olduğunu düşünüyorum. Onun dışında öyle çook büyük hatalar veya eksiklikler olsa fark edilirdi zaten :)

Fan Art'ta bol şans.Bundan sonraki yarışmalarda rakibin olmak isterim.Bu seneki Fan Art'a bir düzine sebep yüzünden katılamadım,zihinsel olarak kafamda tasarlamış olmama rağmen. Ama bundan sonraki Fan Art'ı bekleyebileceğimi de sanmıyorum.Aklımda çok iyi bir fikir var, ama çook emek vermem gerekecek ve emeklerimin karşılığını alamamaktan korkuyorum.Yani demek istediğim,okuyacak pek insan çıkmaz :).
Eski nickim, LoSTxGENCASKER

Yeni nickim, BericDondarrion


Düşsel Eserler Kısa Hikaye Birincisi

Fan Art 2011 Kısa Hikaye İkincisi

''Hikayede sen de yerini al '' Kazananı
Cevapla